13 Ocak 2014 Pazartesi

Aşk bir direniş biçimidir





İlk öykü kitabında tüm zamanları ve zamansızlığı dolaşarak gerçek ve aksi, kibir ve aşk üzerinden ilişkilere değiniyor Arzu Eylem. İlişkilerdeki adaletsizliği, insan doğasının tekinsizliğini kimi zaman masalsı, kimi zaman fantastik öğelerle, kimi zaman da günümüz yaşantısı içinden alarak olabildiğince akıcı ve canlı resmediyor. Öyküler birbirinden bağımsız değil, birbirinin ardılı hatta tamamlayıcısı bir sarmal gibi birbirini takip ediyor.

Fantastik roman okuyucusunun da ilgisini çekebilecek bir kurguyla bu türü öyküleştirme cesaretiyle yola çıkmış Eylem. İrdelediği sadece kadın ve erkeğin dünyasındaki duygulanım farklılıkları değil. Savaşk, Gökçekimi, Yüzümsüz öykülerinden hareketle kavramları da farklılaştırıp, sözcük oyunlarıyla zenginleştirdiğini söyleyebiliriz anlatımını.

Bu dün şeklinde başlayan birinci bölümde günümüz insanının, depresif yanını açar Eylem,  geçmiş yaşamlara, insanlara öykünür. Filmlerde izlenilen, romanlarda okunan, efsaneleşerek dilden dile aktarılan aşklara çok çok uzak olduğumuza hayıflanır. Zamanın inkâr ettiği değil de insanın inkâr ettiklerini serer ortaya. Biryol ve Nazlı aşkının sahiciliği, umutsuzluğu, kırılganlığı üzerine düşündürür. Tarihin sayfalarını çevirir zaman zaman. Yoksulluğun sadeliği ve samimiyeti, kaybolan babaların ardından, gözünü yola dikmiş minik yüreklerin sahiciliğiyle hemhal oluruz.

Tüm zorlu gerçekliğin içinde aşk yeşerebilmiş ve mevsiminden önce kurumuş bir ağaç gibidir aslında. “Kalbimiz atmıyor seğiriyor sanki”(s.11) derken günümüzdeki “aşk” sözcüğünün bugünkü karşılığına itiraz eder gibidir Eylem. Çünkü aşk başlı başına bir direniş biçimidir.

–Mış gibi yaşayanlara da değinmeden edemez Eylem. “Allah için bir milyondan fazla tıklıyor, inancımızın yaşadığını doğruluyoruz.(s.12) sözleriyle sahteliği vurgular, göstermelik davranışları imler. İlk bölüm, yaşantısının içinde hızla akan her şeye karşın durmak, sadece durmak isteyen, akıp giden her şeyi şaşkınlıkla izleyen genç yazar Biryol’un seçimiyle noktalanır. Ölüm Biryol’un gerçeğidir, hasretse Nazlı’nın. “Genelde yazarlar kendileri yerine kahramanlarını öldürür” (s.16)  sözleriyle Eylem, metindeki öykü karakterini iğnelerken, bir yandan da sabrın durmak değil beklemek olduğunu anımsatır.

İkinci Bölümde Sabır Ağacı’nın oluşumu anlatılır. Bu bölüm diğer iki bölümden ayrık durmakta adeta burası bir çeşit ‘yetişkinler için masal’lar olarak adlandırılabilecek öykülerden oluşmaktadır. Bu bölümün ilk öyküsü Çamur Kadın’da yeryüzündeki ilk insan Meryem, yaratıcı Zahir ve Meryem’in aşkı Kâmil arasındaki olaylar ve hesaplaşmalar yer alır. Hem ilk insanın kadın oluşuyla, hem de isim değişiklikleriyle tarihe göndermelerde bulunur Eylem. Yaratılışa, oluşuma, erdemlere ilişkin her şeyin ters yüz edildiği bu öyküde aşkın nasıl var olduğu, katmanlarındaki sayısız duygunun birleşimi-ayrımı üzerinden de zıtlaşmalara yer verir. Aşkın özgürleştiriciliği Kâmil’in kanatlanmasıyla resmedilir. Kâmil kanatlanır ve dişisini göğe yükseltir. Masal bu ya Zahir bu durumdan hoşlanmaz ve Kâmil’in Meryem’e tepeden bakmasını, kızlarını Meryem’e bırakıp oğullarıyla göğe taşınmasını sağlar. Üstelik yeryüzüne, yani Meryem ve kızlarına savaş ilan eder Kâmil. Meryem sabrı, Kâmil hırsı temsil eder. Arzu Eylem burada erkeği kanatlandıranın, Meryem’e duyduğu aşk olduğunu hissettirmektedir. Eril kişinin üstünlük kurma, ‘en olma’ duygusunun çağlar öncesinden geldiğini vurgularken kadının sabrı ve doğurganlığına odaklanır.

Çiçek Açmaz Sabır Ağacı adlı öyküde yeryüzü ikiye ayrılır, iki ırka ayrılır gibi. Öyle keskin, öyle belirleyici bir biçimde. Sabır ağacı kuruyunca karşısında aniden maske ağacı biter topraktan. “Gerçek” sırlı bir aynadır bu dünyada, yalan ise sahteliğin sembolü. Hâl böyle olunca insanlar da aynalı ve aynasız olurlar. Aynasızlar günümüz dünyasında iktidarın güvenlik kollarını temsil eder ya, aynalılar gerçeği gösteren bir avuç insandır aslında. Aynasızlar gerçeğin yerini arar dururlar, oysa aradıkları aynalılardır. Yoksa gerçeği görmek değil, gömmektir niyetleri. Ne aynalılar sırrı açık eder, ne aynasızlar takipten döner.

Uç… Uç… Uç… öyküsünde aşksız bir masal ülkesinde hükümdar cüce şah halkına kibir ve öfke saçar. Bu kibir ve öfkenin gölgesinden kurtulan aşk büyüyecektir Barış ve Sevgi’yle. İmkânsızın imkânlı hale dönüştüğü, sevgi ve barışın birleştiriciliği, bütünlüğü, sahipleniciliğiyle halkın cüce şah’a tutumu değişir. Bu durumda cüce şah otoritesini korumak ve ispatlamak adına Sevgi ve Barış’ın ölümünü emreder. Ol zaman içinde olmayan olur. Sevgi ve Barış göğe yükselerek önce bir grifona, ardından kuşa dönüşürler. Başka bir dünyada huzur içinde farklı bir cisimle var olurlar. Barış,  Kâmil gibi sevdiğini ardında bırakmaz, yanında tutar.

Son bölüm yeniden günümüze Nazlı’nın Biryol’suz yaşamına döner. Şirket, molalar, sürekli izleniyor olmanın verdiği rahatsızlık, aşka özlem, kitaplara kaçış... “Herkes yaratıcı zekâsını geçimine adadı”(s.59) sözlerinde günümüz insanının sistem içinde sisteme uymak adına kendini bile es geçtiğini hissederiz. Kalıplara hapsolmuş şirket çalışanlarının, potansiyellerini kullanmamak için harcadıklarını, Nazlı’nın yalnızca kitap sayfalarının kanatlarında özgürleştiğini fark ederiz. Kanıksanmış, bastırılmış ne varsa okuduklarıyla cesaretlendiğini bir de.

Öyküler toplamı boyunca farklı anlatımlar, kurgular deneyerek kaleminin kıvraklığını hissettiriyor Arzu Eylem. Anlatımı tempolu, şiirsel bir yol izliyor. İroni kurgunun içine ustaca yerleştirilmiş. Zamanın ritmine, canlılığına, tabiâtına ilahi bir güçle tutunmuş kalemi.

Sabır Ağacı özellikle fantastik kurgusu olan ikinci bölümde yeryüzü ve gökyüzünü, gerçek yaşam ve kurgusal alan gibi dünyaları ikiye ayırırken kadın ve erkeğin dünyasını da ikiye ayırıyor adeta. Kadın bekleyişin, sabrın, olgunluğun erkekse hüküm sürmenin, heyecanın peşine düşüyor. Kelimelerin uzandığı her alana duyguları da ulaştırıyoruz. İşte bu yüzden aşk bir bağlaç gibi birleştiriyor kadın ve erkeği Sabır Ağa’nda.

Sabır Ağacı - Arzu Eylem / Siyah Beyaz Yayınları Mart 2013



* 31.12.2013 tarihli Birgün gazetesi Kültür Sanat sayfasında yayınlanmıştır.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Şiire pervane




“Bir dilimi zehir zıkkım/ Bir dilimi candan tatlı/ İnsanın tarifi bu oğul/ Sevdanın değil…”der Bedri Rahmi dizelerinde. Derdi insandır, insanın hamurudur. Doğasına bakılmaksızın içi dışı anlaşılamamış, çözülememiş olandır. Onur Caymaz da insan hallerinden, iç sesinden ses vererek oluşturur şiirini. Biçim değil, öz üzerine eğilir. Pervaneyle Yaren’de bir yandan sokağın, canlılığın, büyümenin gerçekliğiyle söz alırken, bir yandan da “köyler: çarpılar atılır kapılara, çekilir çizgiler/ ara sıra “çok gizli” resmi ateşler yakılırken/ ah o yasal suların boğduğu antik evler” dizeleriyle yakın tarihin yangınını koyar ortaya.
Tarih mi yalan, inanç mı...

Haksızlıklara, göz yummalara, sessizliğe dönüşen direnişe ve çözümsüzlüğe karşı itirazları belirir dizelerinde. Gerçeğin yoruma ve algıya dayalı yakın tarihini günümüz için bir pusula olarak alır. Zihin ve bilgi kirliliğine karşı vicdanı savunur. “tarih mi yalandı, inanç mı, yüzümden akan kan mı” sözleriyle inanmaya dair hükümleri sorgular. Çünkü yaşadığımız coğrafyada ağaçları yaşatmak uğruna ölen, uzuvlarını kaybeden gencecik yurttaşlarımızın dahi gösteremediği gerçekler vardır. Adaletin zorbalıkla bastırıldığı, mücadelenin değerinin küçümsendiği… “devlet nedir, nedir birinin yokluğunun artı değeri/ günde on ikiyle bir arası, yılda iki hafta yaşamak nedir” sözleriyle vurgulanan farkındalığın üzerinden geçeriz bu yüzden. “Fotoğraf gerçekliği” sözünün bile gerçekliğini yitirdiği, çeşitli müdahalelerle değiştirildiği bir zamanı yaşıyorken üstelik… Farklı seslerin susturulduğu, mahkûm edildiği, siyasetin “kendinden olana özgürlük ve demokrasi” müjdesi verip “olmayanı oldururuz” anlayışına karşı elimizde ne var? Canlı yayında kaç yangın, küllerini soluduğumuz kaç beden olacak? Öyle ki, ateşi yakanların mağduriyetlerini bile duyuyor kulaklarımız… Düşünce ve sanat insanlarının kavrayışları, analizleri ve ortaya serdikleri bu açıdan bir kez daha önemli.
Daha önce ödül almış iki dosyasını birleştirdiği Pervaneyle Yaren, şairin gençlik ve olgunluk duyumsayışlarının tümleyicisi gibi. Kitaba ismini veren Pervaneyle Yaren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bak Hâlâ Çok Güzelsin ise 2004 Behçet Aysan şiir ödülünü kazandırmıştı şaire. Lise yıllarından bu yana ilerlediği şiir yaşamında, ısrarıyla, istikrarıyla varlığını devam ettirmiş Caymaz.
İkinci bölüm, yani Bak Hâlâ Çok Güzelsin’de güncelden, yaşantılar toplamından, izlenimlerden sonra şairin kendi özyaşam bilgisine doğru yol alırız. Pervane meselini okumuşuz, izlemişiz, anlamışızdır da sıra yarenlik etmeye gelmiştir sanki. Bak Hâlâ Çok Güzelsin çoklukla içe dönük bir yapı gösterir. Daha kişisel, daha naiftir. Şairin şiir bilgisinin olgunlaştığı, duygu atmosferinin yoğunlaştığı bu bölüm, farklı bir “pervane” olma haliyle bütünleşir ilk bölümle birlikte. Kitaplar, dergiler ve gazetelerle kazandığı deneyim ve kültür hayatıyla, kendi günlük hayatı (aile, okul yılları, aşk, özlem) arasındaki bağı sağlayan bu “pervane olma hali” olmasın sakın?
Şair, Pervaneyle Yaren’de bir tür gücü simgeleştirir. İnançtan, öfkeden ya da aşktan doğan bir gücü… Onu aramak gerekir inceliklerde. Mesela şiirde. Caymaz pervane olmuştur şiire, şimdi sıra yeni yarenlere ulaşmakta!
Petek Sinem Dulun

Onur Caymaz / Pervaneyle Yaren / Tekin Yayınevi
Radikal kitap ekinde yayınlanmıştır.( http://kitap.radikal.com.tr/Makale/siire-pervane-387111 )

10 Aralık 2013 Salı

SAHTE


Söyleşi: Mehmet Erte – Petek Sinem Dulun
Kapağındaki karanlık havaya rağmen Sahte eğlenceli bir kitap.
Kapakta Erdoğan Zümrütoğlu’nun desenini kullanmamak için elimden geleni yaptım. Sahte için bir görsel ararken ilk olarak Erdoğan’ın atölyesini ziyaret etmiştim. O akşam seçtiğim deseni hiç kimseye beğendiremediğim gibi zamanla kendim de beğenmez oldum ve çok uzun bir arayışa koyuldum, hatta kalemi kâğıdı elime alıp çeşitli denemelere giriştim. Bu denemelerimde beni Erdoğan’ın çizgilerini taklit etmeye götüren şeyi daha sonra, tüm arayışlarımdan elim boş dönünce anladım. Erdoğan ilkeldi. “Çağdaş sanat” diyoruz ya, adam sözcüğün tam anlamıyla “ilkel sanat” yapıyor. Üretilmiş bir ilkellikten değil, basbayağı ilkellikten bahsediyorum. Kendini beğendirme çabasına girerek benliğinden vazgeçmemiş olanın ilkelliği… Neyse. Kapak için seçtiğim başka bir-iki çalışmayı da çeşitli engellerden ötürü kullanamayınca Aslı Akarsakarya sayesinde Erdoğan’ın “İkizi” adlı desenini bir kez daha keşfettim. Aslı “İkizi”ni alıp kapakta görsel için ayrılan alanın sağ alt köşesine attı ve etrafını kararttı. Ona Sahte’nin mizahını ileri sürerek itiraz ettiğimde, kitabımı asla mizahı merkeze alarak düşünmediğini ve “İkizi”nin somurtuk bir desen olmadığını söyledi.
 –Peki, sizin merkeze aldığınız nedir?
Bence kitaplar varoluşumuzun karanlıkta kalan bir bölgesinden ses verdikleri zaman değer kazanırlar, ama böyle bir gerekçeyle değil, bir dürtüyle yazılırlar.
Sizi harekete geçiren neydi?
Sahte’yi yazmaya başladığımda 20 yaşımdaydım. Yazdıklarıma bir değer biçmemi sağlayacak araçlardan bütün bütüne yoksun değildim, ancak elimdeki araçlar bana mı aitti acaba? Yazdıklarıma başkalarının kıstaslarıyla değer biçerek nereye varabilirdim? Bildiğimi okuyacaktım, ama ben ne biliyordum ki, hiçbir şey. İnsanın keşfedilmeye değer bir özü var mıydı? Özgün olmak mümkün müydü? Sanat insanlarla aramdaki kapanmasını umduğum mesafeyi açmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sahte de tüm yazdıklarım gibi sanatın yalanına karşı tepkiden doğdu. Dışarısının bereketli toprakları yerine içimin çoraklığına yöneldim.
Bir yerde “Tüm metinlerin ‘göz’le çarpışarak –görüldüğünü, diğer bir deyişle okunduğunu duyarak– ortaya çıktığını” (Kitap-lık, Kasım 2008)  söylemiştiniz.
Nasıl ki okur “okuma”nın sancısını çekiyorsa, metin de “okunma”nın sancısını çeker, hem de doğuş ânında.
Öykülerinizde olduğu gibi, Sahte’de de hep okurla kavga ediyorsunuz.
“Okur” benden başkası değil. Derdim kendimle.
Birgül Oğuz 6 Haziran 2008’de Radikal Kitap Eki’nde Bakışın Kirlettiği Ayna üzerine kaleme aldığı yazıda şöyle diyordu: “Erte öykü değil, öykü anlatmanın olanaksızlığını anlatıyor. Bozgunu ve bozgunla gelen yoksunluğunu anlatıyor. Bir metin olarak var olma koşullarını kendi içinde teşhir ettiği, her daim yarım ve yetersiz kalacağı gerçeğini durmaksızın duyurduğu ve kendi poetikasının sorunlarını yine kendi kendine tartıştığı için bu kitabın her şeyden önce bir manifesto olduğunu düşündüm. Bu son derece kişisel manifestoda Erte bundan sonra ne yazacağını (ya da ne yazmayacağını) da ortaya koymuş bence.” Bu sözlerin Sahte’yi de tanımladığını, hatta haber verdiğini söyleyebilir miyiz?
SahteBakışın Kirlettiği Ayna’daki öykülerle birlikte kaleme alındı ve 2008’de son biçimini buldu, yayımlanana kadar geçen sürede zaman zaman üstünde düzeltmeler yaptım sadece. Sahte’de de öykülerimde olduğu gibi yazar, okur ve metnin varoluşlarıyla oynanıyor. Anlatıcı metni canlı bir organizma olarak tasarlıyor ve bunu başarabildiği oranda da metnin saldırısına uğruyor. Bir hikâye anlatmak imkânsız değildir, kolayca becerebilirsiniz; ama yazarın kendini kandırdığı ve okurdan da yalanına inanmasını beklediği bir hikâye olur bu. Ben bir tür gerçekçiyim. Bütünün kavranılamazlığı karşısındaki endişemi yazıyorum. Birgül Oğuz’un tespit ettiği de budur ve ne yapmaya çalıştığım konusunda beni bilgilendirerek böyle söyleşilerde kullanabileceğim laflar hediye etmiştir bana.
– Sahte’de“‘Hoşgörülmek’ kaldıramayacağım kadar ağır bir yük; ‘yanlış anlaşılmak’a eşdeğer ve ‘doğru anlaşılmak’ kadar ezici.” (s.125) diyorsunuz…
Başka bir yerde de Sahte’nin hoşgörüldüğü takdirde anlaşılamayacağı ya da anlaşıldığı takdirde hoşgörülemeyeceği yazıyor. Anlatıcının bile isteye işlediği bir suç var, bu suçu hoşgörülmeyi umarak işlemiş olamaz. Ama bu dediklerimi reddeden görüşler de var kitapta.
–Sahte’nin postmodern bir roman olduğu söylenebilir mi?
Bilmem. “Roman” demekte zorlandığımız için mi “postmodern roman” diyeceğiz? Bence bugün postmodern olarak adlandırılan düzyazı yapıtların büyük bölümü aslında moderndir. Sterne’i bir kenara atıp, bir yazarı Balzac ya da Orhan Kemal’le karşılaştırıp ona postmodern demek olmaz.
 –Sahte’deki “Bu roman yayımlanır da yazarıyla bir söyleşi yapmaya niyetlenen olursa lütfen bu bölümü çok dikkatli okusun”daki uyarılara karşın söyleşimizde ilerleyebildiğimizi düşünüyorum.
E tabii, çünkü ben Sahte’nin okuruyum, benimle konuşmak kolay.
* Hece Dergisi, Kasım 2012

25 Mayıs 2012 Cuma

Toplum Böceği


      

Hepimiz içimizde büyüyen boşluğu doldurmanın yollarını ararız. Yaş aldıkça, öğrendikçe, kirlendikçe derinleşen, oyuk halini alan o boşluk, hafızayı zorlayıp çocukluğun güzel anılarını çağırdıkça doluyor. Ancak, yola çıkınca yoldaki tozları da yükleniriz. Erkenden hayata karışmak, bilginin, tecrübenin geçip giden zamana yetişememesi, hep bir eksik kalarak, istemediğimiz işlerde çalışarak, duygularımızın törpülenmesi hiç de adil değil! Hem çok renkliliğe-sesliliğe izin vermeyen bir yaşam dayatması altında insan ne kadar kendisi olabilir? Kazanılan unvan, alınan sorumluluk, güç ve itibar sağlarken, kaybedilenlerin peşine düşmekte geç kalabiliriz. Çünkü, mutsuzluk insanı mutlaka kendine çevirir. İnsan hırsla uzandığı ne varsa kendini ezerek oraya varmıştır. Ona ulaşır, ancak sahip olamaz. Hep daha iyisine ulaşma gayretinden, kazandığının kıymetini bilmez. Bir işi, eşyayı, kişiyi değerli ya da değersiz kılan ona karşı aldığımız tutum değil midir? Sistem dediğimiz şey, böyle böyle insanı mahkûm etmez mi?

Kerem Işık, Toplum Böceği kitabının ilk öyküsü İş Mi Bu ŞiBuMi ile Travian’ın ünlü romanı Şibumi’ye gönderme yaparak, şirket-sermaye-birey üçgeni içinde bireyin kayboluş ve yok oluşuna, mekanik bir şekilde işleyen şirket prensiplerine teslim olmanın akıl almaz yönlerine ışık tutuyor. Bu şekilciliği ele alırken yüzeyselleşen, tüketimin etkisinde şuurunu kaybedenlere açık bir gönderme aynı zamanda. İş Mi Bu ŞiBuMi öyküsü ile Rus edebiyatçı Yevgeni Zamyatin 1920 yılında ilk anti-ütopyalardan biri olan BİZ romanıyla akrabalık kurmamız olası. Zamyatin’in Biz romanında(1) karakterlerinin isimleri yoktur. Herkes bir harf ve sayıyla ifade edilir. Çünkü aslolan matematiktir. Kadınlar sesli, erkekler sessiz harflerle çağırılırlar. Roman, D-503 kodlu başkarakterin günlüğü üzerinden aktarılır. D-503 “ENTEGRAL” adı verilen uzay aracının inşasından sorumlu bir matematikçidir. Romanın ilk bölümlerinde bu karakterin ağzından “Tekdevlet” geçmişteki vahşi dönemle uzun uzun karşılaştırılarak övgülerle betimlenir. İş Mi Bu ŞiBuMi ve Bizromanının kesiştiği en önemli nokta çalışanların isimsizleştirilerek kişiliksizleştirme eğilimleri. İş Mi Bu ŞiBuMi şirketin çalışanlarını Alfa Bir, Kalipso, Roket gibi mekanik ve mitolojik isimlerle öncelikle, yaşanılan zamandan koparılmışlığını simgeliyor adeta. İnsani değerleri hızla yok olan şirket çalışanları eleştirmeyen, sadece emirleri yerine getiren robot-insan olma yolunu başarıyla tamamlamaktadır. Kerem Işık ‘modern köleliğin’ ulaşabileceği son noktayı bilim kurgu anlatısı içinde, ironiyi ve kara mizahı vurgulayarak anlatıyor.

İş Mi Bu ŞiBuMi, iş yaşamı değerlendirmesini; zamanla yarışmayı, zaman kavramını yok sayarak kuruyor. Kişileri işletmenin işleyeni haline getiren mekanik isimlerle başka bir dünya algısı yaratılıyor. Çalışanların birbiriyle iletişimini de kısıtlayan iletişim teknikleri gelişmiş, fax çekmek ‘façe’ şeklinde kodlanıyor örneğin. Şirket önüne geçen her şeyi yok ederek ilerleyen devasa bir hortumdan farksız. Bununla birlikte şirket içinde herkes çok mutlu ‘görünüyor.’ Kahkahalar, şakalaşmalar, alkışlar zamanı bölen bir unsur olarak dikkat çekiyor. Öyle ki; şirketin ‘kaynak’ olarak kullandığı çalışanlar, işlerini bilgisayar oyunu oynar gibi yapıyorlar. Gerçeklikten tamamen bağımsız değil İş Mi Bu ŞiBuMi. Disiplin, kurallar ve prensipler inisiyatifle aşılmıyorsa bu katı gerçekliğin aldığı yolda bir sızıntı ve sıkıntı varlık gösterir. Çalışma yaşamında insan, zamanı doğru şekilde kullanmayı, doğru bilgilere ulaşmayı, kaliteli bir yaşamı amaçlarken özdenetim mekanizması, doğrunun içindeki yanlışlara odaklanıyor. Kurum kültürüne o kadar kolay adapte oluyor, bir kartvizite o kadar çok ihtiyaç duyuyor ki kendinden vazgeçtiğini çok sonra fark edebiliyor. Zamanın bir yerinde kırılma noktası yaşadığında ancak kendine dair değerleri özlüyor.

Bir ergenlik dönemi tragedyası öyküsü daha çocukken yetişkinliğin altın kurallarıyla(?) çevrilmenin, uyanıkken kâbus görmek kadar sarsıcılığına vurgu yapıyor. “Yetişkinler her yerdedir”(sf.40) cümlesi büyümenin insanları mutsuzlaştırması: bu mutsuz kişilerin yetinmeyip çocuk dünyasına müdahalesini işaret ediyor. Çünkü aslında yetişkinler oyun oynuyor: Çocuk olamama oyunu. Zalimce, kurgulanmış, planlanmış ve mükemmeli arayan… Çocukluğun alametifarikasını yeniden keşfetmeyi öngören, eğitim sistemini eleştirerek ters köşe eden bir öykü. Çünkü yetişkinlik olağan bir süreç iken, çocuk kalmak zor iş. Kısıtlamalar, koşullar, stratejiler yetişkin dünyasına ait izler. Büyükleri taklit etmek abartılı bir kurgu gibi görünse de yaşantımızın çok da uzağında değil!

Bir velinin güncesi öyküsü uzun cümlelerle, dil oyunlarıyla aynı zamanda yapıbozumculuğa gönderme yapıyor. Birbirine eklenen devrik cümlelerle, kısaltmalarla, iğneleyici bir üslup kullanılarak yazılmış. Kolormatik Tanrı şiirselliği esas alan öykülere gönderme gibi dursa da, yazar önceki öykülerinden farklı olarak şiirsel üslubu deniyor. Afakanus, ikilemelerle yer yer tekerlemeler içeren yine şiirselliğe gönderme yapan bir kısa öykü. Deneysellik ve hızlı ritmiyle dikkat çekiyor.

Kerem Işık, öykü karakterlerini dünyayı farklı algılayan absürd kişiler olarak seçmiş. Dünyayı büyük bir sıkıntıdan kurtarmak da, sebepsizce birinin peşine düşmek de karakterlerin ‘normal’ hali. Kurtulmaya çalıştıkları, tutundukları, boşluktan çıkarttıklarını düşündüklerinde kendilerini hiç de hayal etmedikleri bir noktada buluyorlar. “Ah, katıksız gerçeklikteki şaşırtıcı yücelik!”(sf. 72) Gerçeği alaysamalı ele alan öyküleriyle kontrollü olmak yüzünden hayatın dışında kalan işgücü insanlarının, çözümsüz durumları anlatılıyor Toplum Böceğinde. Çünkü, her biri kendi eksikliğine odaklanmış bir biçimde, çevrelerini değiştirmeye çalışıyor, iş hayatına gömülüyor, olmadık serüvenlerin peşine düşüyorlar. Yadırgatan, gülümseten, farklı biçimler üzerinde düşündüren Toplum Böceği, benlik arayışını merkezine alan bir kitap. Her şeyin kontrol altına alınmak istendiği, ama alınamadığı, hatta kontrolden çıktığı halde ‘yaşamı sahiplenme’ hissi uyandırıyor. İlginç olan, bu hız çağında geleneksel olanı yorumlayış tarzımız. Kişi daha kendi evrenini tanıyamadan toplumun yönlendirmesine maruz kalıyor. Kerem Işık da, “Beni ben yapan özellikler için yalnızca ailemi suçlamanın haksızlık olduğunun farkındayım.”(sf.85) derken, aileyi kuşatan manevi kurallar bütününe, yargılara, insanı toplumun böceğine dönüştüren yolu ‘nasıl yaşamamalıyız’ı göstererek hayata geçiriyor beki de.



Petek Sinem Dulun

Kitap-lık dergisinin 159. sayısında (Nisan 2012) yayımlanmıştır.

17 Nisan 2012 Salı

SENEM DERE İLE ZAMANSIZLIKTA GEZİNMEK






İnsan, sesini yün eğirir gibi eğitir. Hayallerini aynı titizlikle gerçekleştirmeye yanaşmaz ama. Maratonu  favori sporcu olarak koşarken birden durup arkasına baktığı olur, yavaşlar.(Bunun nedeni belirsizdir) Böyle anlarda ipi göğüsleyemeden yitip gider her şey. Kısacık bir zamanda. O kısa süre, hayatının en uzun zamanına dönüşür. Uzadıkça uzar. Gevşer… Sonra aniden sertleşip, sıkılaşır, gerginleşir insanın en büyük hatası oluverir. Şaşkınlık, korku, telaş. Bir anda hepsiyle karşı karşıya kalınır. Tercih midir, vazgeçiş midir, korkunun dibine vurmak mıdır? Açıklanması zordur, anlaşılması pek mümkün değildir. Ama denir ki, insan halidir. Bunu böyle yorumlayınca yatışır insan, ılık süt içer gibi tatlı bir sıcaklık dolar içine. Kabullenir.

Hayatlarımızı başkalarının üzerine kurmayız. Ama paylaşırız hayatı. Ortaklıklar bulur, hikayelerimizi birleştiririz. Yaşamı daha güzel kılmanın yollarını ararız. Bu arayış bize başka insanların hayatlarına, kalplerine girmek ve  zihinlerinde var olmak fırsatı sunar. Yetmez. Anılara sığınırız. Acıları çağırırız. Taşıdığımız yara izlerini artık canımızı yakmıyorsa da bunu sevdiklerimizden çıkarmayı, o geçmiş acıyı taze tutmanın yollarını aradığımız olur. Denir ki; insan halidir. İnsan böyle hallene dursun, hikayeler bizi olmadık yerlere çıkarır. Bazen çıkmaz bir sokak, bazen bir tren istasyonu, bazen yaşlanmış bir ev, bazen de eski bir saatçinin tik tak seslerine karışır kalp atışlarımız.

Yazdıkça ağırlaşır insan da. Hafiflemez hiç. O hayatları, hikayeleri zihninde taşır. Yük saymaz. Değerli kılar. Bir onur nişanesi gibi omzunun üstündedir yeri. Senem Dere, yayımlanan ilk öykü kitabı Hülya Saat ile insan hallerine, iniş çıkışlarımıza, hatalarımıza bir pencere açmış. Kaleme aldığı yalnızca içsellik değil. Yaşantılarımızın dününü, bugününü, zamansız bir gölge gibi ayrıntılarıyla, ön yargılarıyla, açarak gözler önüne seriyor Dere.

İlk öykü, Saklı İstasyon  Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya’dan esinlenilerek oluşturulmuş. Yolda olmak. Yolculuk. Umut, hasret, yetişme, kavuşma, anılar… Birikmenin insanı yoran doğası. Başka hayatları merak etme dürtüsü. Yaşlı bir kadının camın ardında dolaşan düşüncelerine anlık dahil olmayla başlayan, zamanda kaymalarla birbirine eklenen, farklılaşan, kopan hikayeler toplamı Hülya Saat. Elinde tuttuğu sepetteki hikayelerle, o pencereden bakan kadının hayata tutunamamışlığı. Hep  camın ardında kalan dünyayı hasretle izlemesi. Öyle kıpırtısız, heyecansız, bir köşede kalmışlığıyla  “bir salon bitkisini andırıyor” (s. 6) oluşu. Tüm bu hikayeler o kadının pencere ardına bakışıyla oluşan hikayeler toplamı olabilir mi? Bu, yazarın belirleyebileceği bir oyun olabilir. İsterse okurun da dahil olabileceği.

Hülya Saat, hemen tüm hikayeleriyle karakterleri olaylardan önce tutarak içselleştirme ve etrafımızda “neler”, “neden”, “nasıl oluyor”u anlama eğiliminde.  Tüm hikaye karakterleri; farklı sonlara dair, umuda dair, sakladıklarımıza dair,  gerçeklerin acı veren sahiciliğine dair  her şey de birbirini tamamlıyor. Hikayeler birbirine eklenirken, dil sakin, anlaşılır ve özenli bir akış içinde.

Senem Dere, küçük yerleşim yerlerinin, herkesin herkesi bildiği-ya da öyle sandığı- insanlarının komşuluk, aile, aşk ilişkilerinin farklı seslerinin yansımalarını ulaştırıyor Hülya Saat’te. Kasabaların, mahallelerin yeni bir aileyi içlerine alma süreçleri. Tanıştıkça ortaya çıkan sırlar, ilişkiler, çıkarlar. Ama hep bir dalgalanma halinde anlatılmış. Bu dalgalanma sayesinde çıkıyor belki de görünmeyenler gün yüzüne. Herkes için farklılaşan sorumluluk, korku, güç sakince ortaya çıkıyor böylece. “bilenler bilir, en kuvvetli ses, sessizliktir. Dinledikçe artar, çoğalır çoğalır… İnsan ondan başka ses duymamak için bin kulak kesilir.” (S.53) Sessizce söylenen sözler, hep büyük yankı buluyor. Fısıltılar çoğaldıkça derin bir sessizlikle konuşuyor insanlar. Sessizce geçiyorlar. Görmezden geliyorlar. Bir ceza yasasını uygular gibi, kendilerinden emin. Ağız birliği etmişçesine kesintisiz süren bu sessizlik, yok saymayla cezalandırmaya dönüşmüş.

Toplumsal sorumluluklar, bağlılıklar, bastırılmışlıklarıyla yaşayamadıklarını çocuklarında görme arzusu içindeki aile bireyleri. Topaklanmaması için sürekli karıştırılan çorba başında  hayatının akışına, ne yaparsa karşı duramamış bir kadının çaresizliği. Rahat bir yaşam için evlendiği yaşlı kocasının beklenilenden uzun yaşaması karşısında, özlemleri, hiç doğum yapamayacak olmanın bilinciyle oyuncak bebeklerde annelik özlemini bastırma çabası. Tüm bu insanların, hayatlarının aynı mahallede, aynı apartmanda yaşıyor olmalarına karşın birbirlerinden bihaber olmaları. Kaderci, mücadeleden uzak, kendilerine bu denli yabancı, ertelenmiş istekleriyle, gelişemeyen farkındalıkları insanın içini acıtıyor. “Sanki hayatım benim olmadığım başka bir yerlerde yaşanıp gidiyordu da ben bir türlü ona yetişemiyordum.” (s.77)

Bizim insanımıza ait  hikayelerin toplandığı Hülya Saat’te,  sessizlik dayanışmasının, uzayıp giden iç çekişlerin, keşkelerin ortasında Senem Dere sıklıkla zamanı anımsatıyor. Köstekli saat; düşlerimizi, durduğumuz  yeri gösteriyor. Harekete geçmek için neye ihtiyacımız var sorusuna cevaplar arıyoruz böylece. Harekete geçmek için güce, kışkırtılmaya, aşka, umuda ihtiyacımız var. Ya da akıp giden zamana direnmeyip, bizim için biçilmiş yaşantımıza devam etmeye. İkisi de tercih edilebilir, mecbur kalınabilir, anlaşılabilir. Ne de olsa hepsi, insan halidir…

Petek Sinem Dulun

Hülya Saat / Senem Dere / Özgür Yayınları 2009

Akköy Dergisi Mart Nisan 2012 sayı


5 Mart 2012 Pazartesi

babam beni niye öldürdü?




Gökhan Arslan,  hayatının belki de en uzun şiirini yazdığı “babam beni niye öldürdü” adlı ikinci kitabıyla  yaraya ayna tutmaya (1) devam ediyor. En eski, en derin ve en güncel haliyle hiç kapanmayan bu yarayı, büyüyemeyen bir çocuğun özlemini, erkenden büyümüş bir çocuk-adamın öfkesini, yalın ve sakınımsız haliyle kendine özgü şiir bütünlüğüyle ortaya koymuş. Ruhu olan bir dönemde mücadelesiyle meydanlarda olan baba, evde belirsiz bir gölge, yenilmiş romantik bir kahraman, sessizce söylenen bir çift söz, fotoğraflarda kalmış ince bir gülümsemeyle, evin içinde eksilen bir hayalet olmamış hiç. Bunun yerine eksikliğiyle var olmuş, özlemle daha da katlanarak büyümüş, elsizliğiyle el olmuş şair üzerinde.

Arslan, kimi zaman serzenişindeki çocuksu izleri silmek istercesine babasına ait dünyanın inceliklerini, görkemini, tüm karakteristik özelliklerini, içine dolan boşluğu, arkada kalmışlığın olgunluğuyla yüklenmiş. ‘Baba olunca anlarsın’ sözünü işitmeden baba olmayı anlamanın yollarını çizmiş. Arkasından yaktığı bu 64 sayfalık ağıtla,  ona dokunmayı seçmiş. Cansız bir varlığı sevmenin,  bir yandan da onun anısını büyütmenin, bir insanın kendini yetiştirirken içinde taşıdığı o tarifi imkansız boşlukla büyümenin zorluğunu, acısını, yankısını duyumsatıyor adeta.

Sıklıkla yinelediği “ anne, babam beni niye öldürdü?”  dizeleriyle intiharın tek kişilik bir ölüm olmadığının altını çiziyor Arslan. Kalanların da o intihara dahil olduğunu. Eksikliği. Bu eksikliğin sadece eksiklik olmadığını da. Yenilgileri, tahribatı, ruhu zedeleyen ince keskin bir yarayla yaşamanın zorluğunu. Hemen büyümeyi, büyürken bu izi hep taşımayı. Tüm bunların yanında yaşanılan coğrafyada artık o evin erkeği olmuşluğun, güçlü olmak-durmak zorundalığını, annenin kadınlığını kazaklarla birlikte dolaplara kaldırmışlığını, siyasi bir izi öğrencilik hayatı boyunca zihninde taşımışlığın toplamı ‘keşke’ sözcüğünün anlamına karşılık bulamıyor ne yazık ki.

Bütün kıyılardan uzakta, her şeyin ortasında, hem her şeyin dışında yurtsuz kalmak gibiyken babasız kalmak, baba olmak hiç kolay değil. Üstelik evlada baba adını vermek. Evlatta babayı büyütmek. Arslan, özyaşamöyküsünü anlatırken “babam beni niye öldürdü” de  kırmızıya boyanan köylerden, depremde yıkılan kentlerden, jilet yapılan gemilerden geçerken; yarım kalmışlığını, yaşayamadığı çocukluğunu kendi kendine teskin ederken tüm o sitemkâr haliyle dahi coşkulu bir özleyiş içinde. Bir yanıyla da varlığını ikiye bölmüş gibi. Bir tarafıyla babası olarak, bir tarafıyla kendisi var olmuşçasına.

Bir hesap sorma anlamını taşımıyor sadece “anne, babam beni niye öldürdü?” dizeleri. Kıstırılmış ve kışkırtılmış bir gençliği tek başına göğüslemenin sancısı baskın geliyor daha çok. Kundaklanmış bir evden kaçar gibi kaçmışken geçmişinden, yedi yıl sonra özlemini ve öfkesini seriyor ortaya bir parça. Hep kıyıda kalmışlığı, kıyı şehirlerinde yaşamışlığı, her şeyi bağlaç yapıp soruyor olmayanı geride kalana, “ anne, babam beni niye öldürdü?”  Kendine bir bağ arıyor çünkü. Bir yere ait olmak arzusu. Bir aileye, bir eve, bir şehre. Sanki azalacak böylece içinde yıllarca taşıdığı, dirilecek. Bir vücut bulacak. Sıkışıp kalmışlığın kalıbından kurtulabilecek. Çünkü insan eksikliğini duyduğu şeyin daha fazlası olması için didinir. Herkesten daha fazla çalışmak, yaşamak zorunda gibidir. Bu yüzden yalnızdır. “yüreğim/kimsenin uğramadığı/bir irtibat bürosu”(sf.52) demesi bundandır. Herkesin önünden geçtiği ama kimsenin fark etmediği biri gibi hisseder kendini. Çünkü, iki kişilik bir yalnızlığı sırtlanmıştır. Herkesten daha fazla yalnızdır yani.

Zeytin dalını kıskanır, karanfil tohumlarını, üzüm bağlarını. Biraz daha kopardığı için kendinden. Her akşam okuduğu mektuplarda infilak eden diğer yarısını arar. Sorar her seferinde yeni bir anlam peşine düşerek, her seferinde yeni anlamlara bürünerek. Yıllarca bir sözcüğü gezdirir ağzında. İnanarak yaşattığı... Yaşattıkça büyüttüğü, büyüttükçe güç bulduğu. Böylece; anlar, bağışlar. Yedi yıl sonra toparlarken içinde tuttuğu özlemi bir iade-i itibar gibi babasına sunar. Bunu bir ağıt, gecikmiş bir mektup cevabı gibi, uzun soluklu bir şiir olarak. “Büyü de baban sana acılar alacak” şarkısını herkesten başka dinler hiç kuşkusuz Arslan, ama yine de hasret kaldığı babasına, Can Yücel gibi o da, “ben, hayatta en çok babamı sevdim” diyenlerdendir.

(1) Yaraya Tutulan Ayna   Şairin ilk şiir kitabıdır.

Petek Sinem Dulun
13.12.2011

Gökhan Arslan / babam beni niye öldürdü? / yeniyazı yayınları – Kasım 2011


* Ayraç Dergisi 27.sayı

3 Şubat 2012 Cuma

Müzik Durduğunda



Garson Kız:

İçimde oluşan dalga, su izi, su sesi ve yonttuklarıyla akıp giden zaman. Oyuklarıyla konuşan bir kaya mıyım ben, taşan bir deniz miyim kendinden? Yoksa bir toz zerresi ya da su birikintisi mi? Hepsi ve hiçbiri benim. Bu yüzden hepinizi ve hiçbirinizi çok seviyorum. Benim olan ve olmayan her şeyinizle iyi ki varsınız. Siz, bayım. Siz, yeni düşen! Bilir misiniz her gün kahkahalarınızın altında yürürüm aynı yolu. Çarpışan kadehlerin, şıkır şıkır giysilerin, renkli spotların altında durmadan, volta atan bir mahkûm gibi. Ağzımda bir “Ne alırsınız, başka bir arzunuz?” balonuyla.

 Dum dıtdıt dum dıtdıt dum dıtdıtdıt…

Güzel kızlar ışıklar altında dans ederken, daha güzel görünme telaşındadır. Siz güzel kızları izlersiniz. Güzel kızlar gözleriyle takiptedir sizi. Müzik akıp gider, alıp götürür. Müzikle ilginiz yoktur. Müzik, sizin için diğer her şey gibi bir dekordur. Sahneye uygundur gülüşleriniz! Yadırganmazsınız ve fakat benim düşünceli halim yadırganır. Şef kenara çekip, “Gülümse” der. Size bakarım. Her halinizi, tavrınızı incelerim. Sigaranızı tutuşunuzu, içkinizi yudumlayışınızı, arkadaşlarınıza gelmeyen arkadaşınızı soruşunuzu (ama sırf laf olsun diye). Yeni bir içki için bakınırsınız. Gözlerinizdeki arayışa odaklanırım. Gizliden bir panik yaşarsınız. Dekorla uyumsuzlaşmışsınızdır. Elinizdeki boş kadehi sallarsınız. Ayaklarınızı sallarsınız. Gözleriniz ayakkabınıza ilişir. Silmeniz gerektiğini düşünürsünüz; boyanmamıştır, “Hiç değilse silmeli,” dersiniz. Eğilmeye çekinirsiniz, “Ah yol üstündeki ayakkabıcı çocuk duruyor mudur?” geçer aklınızdan. Size yönelirim tepsiyi uzatırken; size, sizinle ilgili gerçekleri anlatmak isterim. Bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemem ama bir cesaret yaklaşıp, “Çok boşsunuz” derim. Siz şaşırmazsınız. Ben şaşırmamanıza şaşırmam. Yanınızdan uzaklaşırken hep aynı şekildeki topuzumu, çıplak ensemi ve bacaklarımı süzersiniz. Arkadaşlarınıza dönüp size asıldığımı söylersiniz. Sizi duymadığımı düşünürsünüz, sizi duymadığımı düşündürürüm. Mutfağa gider, musluğu açar, suyun akışını izlerim.

Garson çocuk yanıma yaklaşıp sırnaşır. Sizde ne bulduğumu sorar. Ona suya bakmasını söylerim. Gözlerinde, o sadece yenik insanlara has düşünüşü izlerim. Bana suda ne gördüğümü sorar. “Hiç!” derim. “Servise çıkmamız lazım,” der. Yanımdan uzaklaştığına ikna olunca, büyük bir sırrı paylaşırcasına rahatlatıyor, derim. Su'ya son kez bakıp musluğu kapatırım. Sizi görünce başlar, kaldığı yerden zihnim kurcalanmaya. Geriye doğru evrildiğimizi düşünürek yürürüm. Toprağın sıcağını, ana rahmine olan benzerliğini düşünürüm. Sizi izlerim, siz gülersiniz. Toprağın Tanrı'nın ağzı olduğunu düşünürüm bu kez; yarattıklarıyla beslendiğini! Yadırgamam, ayıplamam; bu doğal bir süreç, derim. Sonra bir korku belasıdır kemirir içimi, besmele çekip tövbe ederim. Rahim fikri daha cazip gelir. Ana rahmini yırtarcasına terk ettiğimiz, toprağın rahmine yırtınarak girmek istemediğimiz geçer aklımdan. Sonra ölmenin son olmadığı. Belki döngünün bir parçası, bir uzantısıdır bu, belki de rivayet edildiği gibi ağaç olarak hayat buluyoruz. Öyleyse, bir kavak ağacı olabilirim ya da çam. Belki de heybetli bir ceviz ağacı. Hepsi olmaya meyilliyimdir. Sessiz, kederli ve kasvetli cinsten. Huy!
İşte yine garson çocuk, gözleriyle klakson çalarak yaklaşıyor yanıma. Dişlerinin arasında, “Patron seni izliyor!” Gözlerimi dikiz aynası yapıp, şefe bakarım. Beni izlediğinden emin olunca, mutfağa girer, yeni kadehler için tepsiyi boşaltırım. Herkesin tuttuğu kadehlere dokunma hissinden kurtulmak için, yeni bir kadeh içkiyi deviririm. İçeri, tepsi elimdeyken bir balerin gibi dans ederek girmeyi hayal ederim. Şefin yüzünü gözümün önüne getirir, sonra beni kovacağına ilişkin blöflerinin nihayete ermesi durumu karşısında kendi durumumu düşünürüm. Bu hiç iyi olmaz, derim. Bir içki daha diplerim. İçeri yürürüm. Müziği uğultu ve kahkahalar bastırır. Sahnedeki güzel kızlar, kendilerini pahalı içki sipariş eden erkeklerin kucağına bırakır. Bir çiftin yanından geçerken, kız bana seslenir. Aşağılayıcı bir ifadeyle bakarak, dans etmekten yorgun düşmüş ve şişmiş ayaklarını saklayarak, ağzını eğe eğe, “Bir tane daha,” der. Gözlerimle onaylarken ona şefkat beslerim. Bunu hisseder ve hırsla daha pahalı bir içki söyler.

Dım dıt dıt dum dıt dıt dum dıt dıt dıt…

Kalabalığın içinde hapsolmuş sizi görürüm yeniden. Siz, toprak ve ölüm. Niçin hepinizi aynı anda hissettiğimi sorarım kendime. (Cevapsızdır bazı sorular yahut cevap akşam haberlerinden sonra gelir.) Diğerleri gibi olma çabanızı anlayışla karşılayıp, uzaklaşırım bir süre daha. Zaman hızla ilerler, parlak sahne ışıkları zayıflar, insanların çoğu sarhoş olur ve mesai bitişini müjdeler müşterilerin buradan çıkışı. Bu son saatlerde, yorgunluktan müziğin sesi uğultu halini alır, yavaşlarım. Para kazanma esaretinin sancısını ilk ayaklar işitir. Sonra duygusuz, ruhsuz ama yüzüne bir gülümseme asmayı ihmal etmeden yürüyen, cansız bir varlık olarak bu işletmenin istediği şekilde, misafirlerin arasından geçerim. Böylece sıradan, normal ve düz bir insan modeli olarak dikkat çekmem. Onların istediği gibi biriyim artık, onlardanım. Tehlike geçti, tehdit yok!

Esas oğlan:

Renkli ışıklar, mini etekli, dekolteli güzel kızlar, son model spor arabalar, pahalı saatler, viski, şampanya, votkayla ıslanmış uzayan geceler… Bir zamanlar benim olmayan, ama olması için uğraştığım, didindiğim, varımı yoğumu ortaya koyduğum her şey, bugün anlamını yitirmiş gibi. Sahip olana kadar her şey ne kadar da kusursuz duruyor. Sıradanlaşıyor sonra. Aşk diyorlar, kalbime olmayan yarayı oturtuyorum. Herkes birbirinin aşk yarasını deşmeye bayılır. Doktor edasıyla dinler, şefkat gösterir. Ta ki o aşk yarası olmak istediğini, size artık açık açık çırpına çırpına anlatana kadar. Kızlar. Kapris yaparlar. Her nedense anormal bir kıskançlık ve alınganlık duygusuna kapılıyorlar. Ağlama ve sitem nöbetlerini de buna eklemeli. Hayatıma sızmaya çalışıyorlar. Hem, en sevmediğim şey parfüm kokuları. Biri bunlara, daha çok sıkınca daha güzel koktuklarını mı tembihlemiş acaba? Sarhoşken ya da ayıkken fark etmiyor, yattığım her yatak başında ucuz sarı lambalar. Sıkılıyorum. Ruhum bedenime dar geliyor. Her gün bir öncekinin tekrarı sanki ve ben bu tekrarın içinde bir hamsterdan farksızım. Sabah işyerindeki hırslı genç girişimci, akşam flörtöz tavırlı serseri. İşin kötüsü bunlarsız yapamam artık. Eskiden bunun süpermanvari bir tadı vardı. Sabah Clark Kent, akşam süper kahramandım. Ne var ki herkes Clark Kent'le Süperman'in aynı kişi olduğunu çoktandır biliyor… Hem her şey gerçekliğini yitirmiş durumda. Sahici bir şey ne zamandır yaşanmıyor.

Şef:

Sabahtan akşama aynı terane. Her gün temizlik, her gün bas bas bağıran müzik. Bazı akşamlar, bu akşamki gibi gelen özel saksafoncular, virtüözler var. (Entel garson takip ediyor bunları hep. Mutfaktayken ayakkabılarıyla ritim tutuyor bazı zamanlar.) Patron, “Daha aktif daha enerjik beyler,” diyor. El çırpıp, "Orası sizin sahneniz, hadi bakalım, gözüm üstünüzde," deyip müsamere bebesi gibi bizi başından savıyor.
Sürekli müşterilerle karşılaşınca, hoşgeldiniz efendimler, iyi geceler hanfendiler diliyorum… Sahi mi şimdi bunlar? Bu adamlar, kadınlar, tıkır tıkır ayakkabı sesleri yeni silinmiş parkelerde koşuşturan. Çıldırmış gibi akın akın gelmekteler. Biz de hergün gelmekteyiz çıldırmış gibi. Ne için, hepsi para belasına. Evdekinin umrunda mı? Sabahtan akşama tın tın gezsin o, günlere, pasta börek yemeye. Kızı da götürüyor yanında. Hesap sorsam, cıdır cıdır, benden haklı sanırsın. Yok çamaşırmış, bulaşıkmış, pazar alışverişiymiş, bu ev nasıl dönermiş… mişmiş de mişmiş. Ne var sanki bunda? Yaptığı da iş olsa! Ben neler çekiyorum. Fazla içip kusan mı dersin, yüzüne yüzüne söven mi dersin, ne ararsan. Bir de personeli takip et. Aksayan bir iş var mı, müşteri memnun mu, uğraş dur. Üstelik yeni yeni icatlar başımızda. Şu entel kız. Garson olan. Kumral topuzlu, güzel olan. Hani somurtan hep. Adı neydi, neyse ne. İki üniversite kazanmış, ikisini de yarım bırakmak zorunda kalmış da. Şimdi bu şartlarda çalışmaya mecburmuş da, annesi hastaymış da, iş bulamamış başka da bilmem ne! Bir sürü ajitasyon. Gel, dedim, bir özel görüşelim senle, ona da yok. (Namus satıyo haspam.) Bana ne kızım, ben mi kurdum bu düzeni? Şimdi ben anlatsam mecburiyetlerimi, çetrefilli hikâyemi düşüp bayılır. Bana patron demek istemiyormuş. Ortaokul terk olduğumu duymuşmuş. Ben de biliyorum “Ama yaka kartınızda şef yazıyor,” demeyi. Hayat okulunda okuduk biz be! Nihayetinde biz de kendi çapımızda buranın patronuyuz.

Esas oğlan:

Boş boş bakıyordu karanlığa. Çıkışta, kapıda. Eline bir ağaç dalı almış, toprağa gün ağarmaya yakınken söyleniyor. Önümden geçtiklerini hatırlıyorum içerde, garson çocuk buna, patron seni işten çıkartıyor, demişti. Arabam geldi. Garson kız ağaç dalını ikiye büküp ayırdı. Kolundaki çantayı açıp içine koydu. Yaklaştım yanına, bırakıyım evine. Bir şey söylemeden kapıyı açıp oturdu. Nereye gidiyoruz? Liman yoluna. İçime oturdu bu, ben de kovulmuştum dedim, bir zamanlar. Yalnız mağrurlara has bir gururla, konuşmadan yola bakmaya devam etti. Çantasını sıkı sıkı tutmuş, bacaklarını birbirine yapıştırmış yolu izliyordu. Yan gözle ona bakıyordum. Bir ara belli belirsiz dudağını ısırdı. Bana dönüp, Doğu Garajı'ndan gidebilir miyiz, dedi. Olur, dedim. Mezarlığa yakın durmamı istedi. Teşekkürle indi arabadan. Gaza bastım, ama hızlanamadım. Doğrudan mezarlığa giriyordu. Bir an tereddüt ettim, ama gittim arkasından. Mezar taşı yazılarını sesli sesli okuyarak ilerliyordu. Arkasından bir dedektif edasıyla onu takip ediyordum. Bir aile mezarlığının önünde durdu. Boş olan mezar önünde topuzunu açtı. Kumral saçlar hızla ensesini kapladı. Sonra mezarı eliyle eşelemeye çalıştı. Durup etrafına baktı. Gördü beni. Baktık bir süre birbirimize. Yanına yaklaştım.
“Sorun nedir?”
“Üşüyorum.”
“Evine bırakayım.”
“Gerek yok. Göm beni.”
“…”
“Üşüyorum göm beni.”

Mezarlık bekçisi:

“Böyle sabah erken gelen bulunmaz pek buraya beyim,” dedim adama. Hayalet görmüş gibi baktı yüzüme. “Yardım ettim ben,” dedi. Mezar taşı yazısız toprağı gösterdi. Toprak kabarmış. Adamın elinde siyah kadın çantası. Yüzüme baktı, soluk yüzündeki iki iri üzüm tanesiyle başkasına cevap verir gibi yahut kendine cevap verir gibi, “Teorik olarak yardım ettim ben… Şimdi ben katil miyim?”
Anlamadım hiç.

“Üzülme beyim, hepimiz her gün ölüyoruz.”

Gözleri daha da irileşirken elindeki çantayı fırlatıp, koşarak uzaklaştı. Durduramadım. Şimdi ne yapmak lazım gelir?

Mavimelek e- dergi 50.sayı

İllüstrasyon: Elif Kılıçdoğan (http://www.idemama.com/tasarimcilar/elif-kilicdogan?page=1)