22 Ağustos 2011 Pazartesi

BEHÇET ÇELİK İLE DİKEN UCU’NDA YÜRÜMEK



Hepimizin hikâyesi

Behçet Çelik, Diken Ucu ile hepimizin hikâyesini anlatıyor, modern insanın sıkışmış kimliğini. Alıntı yaptığı Edip Cansever dizeleriyle, “Gözlerimizi / Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık”  işaret ettiği de; insanın içi.

Bir pazar sabahıyla açılan öyküler, hem birbirinin ardılı gibi, hem de birbirinden bağımsızlar. İskeleye vuran dalgalar, cam küllükte yarım kalmış sigara, televizyondaki açık oturumlar, çemberler, sokaklar, yer minderleri, boşaltılan köyler, davullu zurnalı düğünler, bombalardan koruyan dualar… Detayların hayatımızda kapladıkları kocaman yer. Yapılması gereken onca şey varken hiç bir şey yapamama hâli. Kabullenmeler, yüzleşememeler neticesinde içimizde kalanlar... İçerde kalan parçayı kazısak, söküp atsak. Kurtulsak ondan. Ama olmuyor, elimiz varmıyor. İşte bu his,  Behçet Çelik’in kaleminden abartısız, sade ve gündelik bir dille yansıyor.

Hikâye etme  tekniğini hesaba katmadan değinecek olursak;  Behçet Çelik öykü kişilerinin sözlerini çoğu zaman  söylemeden söyleterek bize ulaştırıyor. Söylemeden söylemekle, okuyucunun hayat bilgisine, duyarlılığına sesleniyor aynı zamanda.

Kurguyu sezgiyle oluşturan  yazar, olayı ya da durumu hissettirme yolunu seçerek, okuru da hikâyeye dahil ediyor. Öykü kişilerinin yalnızlıkları, mutsuzlukları, dostlukların kırılma anları fotoğraf gerçekliğiyle ortaya konulmuş. “Mutlu insanlar tutup da her şeyin her an kötüye gittiğini büyük bir zevkle anlatan insanları böyle bir tutkuyla dinler mi hiç?” (s.26) İnsan her zaman kendi gerçeğinden kaçmak için bakmaz başkasının acısına. Acıdan pay almak, onu omuzlamak, azaltmak derdine düştüğü de olur.

Beklentisizleştiğimiz, kendimize güvenimizin azaldığı ve umutsuzluğu en çok sahiplendiğimiz anların sıralandığı öykülerinde öykü kişilerinin, umutlu olsalar bile, hayatın 1-0 öne geçme hırsı dikkat çekiyor. Peki bu tek düze yaşamlar, sıkıntı ve hoşnutsuzluklar, gündelik hayatın dayatmaları, insan eliyle varolmuyor mu? Bu dayatmalara sessiz kalmak, durumu kabullenmek değil mi? İnsanı esir alan nedensizlik ve amaçsızlık değil mi, öylece kalakaldım dedirten? İşte gündelik hayatın sıradan dialoglarını, insanların yaşadıkları coğrafyaya ilgisizliklerini, tepkisizliği bazen de hissettirerek anlatma yolunu seçerek,  o diken ucunun, içerde kalan, sızlayan kısmını duyumsatıyor Behçet Çelik hikâyelerinde. Ne var ki, kimselere soramıyoruz “senin içine batan nedir?”diye.

Öykü kişileri, ayrıksı, sıra dışı kimseler değiller. Herkes gibiler.  Behçet Çelik hikâyelerinin  sahiciliği de buradan doğuyor. Tanıklık ettiğimiz, yaşadığımız duygu durumlarını yorumlamasından. Kitabındaki bir öyküsüne verdiği ad gibi, Çok Tanıdık, Çok Bildik. Bu yüzden hikâye edilen karakterlerde kendini görüyor okur.

An gelir, hafta boyunca taşıdığı yorgunluğu  omuzlarından atmak için, evde dinlenmek, arkadaşlarla  gezmek, alışveriş yapmak gibi seçeneklerin arasından nedense boş boş dolaşmayı seçer insan. “Hafta boyu çalışıp durmuş insanların bir günlük tatillerinde acıklı bir yan var.” (s.17)  diyor Behçet Çelik’te. İnsanın bir güne sıkıştırılan  özgürlüğünü neye-nereye harcayacağını bilememesinin sıkıntısı hiçbir şey yapamayarak çözülür. Vapurda, otobüste ya da yolda yürürken, etrafımızda gördüğümüz insanların da aynını yaptığını düşünebiliriz. “İnsan nasıl da her şeyi bildiğini zanneder, hele uykuya dalmadan az önce, soluk alırken ayık, verirken uykunun içindeyse.”(s.87) Ertelenen sevgililer, dostlar, aile bireyleri aslında aramasalar, sitem etmeseler bile, kendini  sokağa bırakan insanın zihnindedir hep. Orada huzursuzca debelenirler. Behçet Çelik de bu hâllerimizi, ucu vicdana, duyarlılığa, kalbe dayanan dikeni hatırlatıyor. Onu sahiplenmemizi sağlıyor.

 “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” sözünden hareketle saklıyoruz belki de diken ucunu içerde…

DİKEN UCU / BEHÇET ÇELİK
Can Yayınları / Ekim 2010

* Akköy Dergisi Temmuz- Ağustos 2011

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Rugan



Deniz Durukan- Rugan
Söyleşi: Petek Sinem Dulun
* İlk şiir kitabınız Şakağına Daya Beni’den dört yıl sonra yayımladığınız Rugan’la, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine muhalif tavrınızı sürdürüyorsunuz. Sizce iki şiir kitabınız biçim ve içerik açısından nerede kesişiyor, nerede ayrılı?
- İlk kitap biraz biyografik özellikler taşıyordu. Kendi hikâyemin ve kendimi oluşturmanın sancıları da diyebiliriz buna. Toplumun kadın üzerinden yürüttüğü namus kavramının irdelenmesi de söz konusuydu. Benzer bir izleğin; namus, ahlâk anlayışı ve tabulara karşı duruşun daha keskin, daha politikleşmiş şekilde Rugan’da devam ettiğini söyleyebilirim. Buna ek olarak, on iki eylül darbesinden sonraki çöküntünün, arada kalmanın, çarpık kentleşmenin, Büyük Orta Doğu Projesi gibi dolaşımda olan teorilerin hepimizin üzerinde yarattığı o bulanıklığın, önünü görememe halinin ve tüm bu sarsıntıların izi de yansıyor Rugan’a…

* Şiirlerinizin yanı sıra yaptığınız söyleşiler, yazdığınız tanıtım yazıları, müzik eleştirileri ile de dikkat çekiyorsunuz. Şiirinize işleyen ahenk ve ritim duygusunun ilgilendiğiniz sanat dallarından beslendiğini söyleyebilir miyiz?

- Evet, müzik beni çok etkiliyor. Müzik durduğunda sanki şiir de duruyor. İçimdeki ritimle, dışarıdaki ritim birbirine karışıyor, beni besliyor, büyütüyor. Dolayısıyla bu yazdıklarıma yansıyor. Şiirde ritmi önemsiyorum; sözcükler, içimdeki müziğin hızına, şiddetine göre dökülüyor. 

* “Galiba devrim bitti / aşk da” (sf 16)  dizeleriyle zamansızlığa, toplumun ve bireyin direnç mekanizmasının çöküşüne, sevgisizliğe göndermelerde bulunuyorsunuz. Sizce ‘hiçlik çağı’nda mı yaşıyoruz?

- Devrimin içinde aşk vardır. Büyük bir inanç vardır. Ancak, devrim romantik bir hareket olarak kaldı günümüzde. Bu çağ böylesi bir tutkuyu, aşkı, inancı kaldırmayacak kadar sert ve yapay. Devrimin bitmesi, insanın içindeki aşk duygusunu da öldürdü. Birbiriyle paralel giden şeyler bunlar… İnsanlık tarihinde iki önemli aşama var. Birincisi göçebelikten yerleşik hayata geçilmesi, ikincisi de topraktan kopup endüstriyel hayata, yani teknik bir dünyaya adım atılması. Topraktan kopup büyük kentlere göç eden kitlelerin kentlerde yapay bir dünya kurma çabasının getirdiği travmayı yaşıyor insanoğlu. Bence bu çağ insanın doğasına aykırı. Elbette ki modernizme, teknolojiye karşı değilim, ama sistemin insanı yalnızlaştıran bir politika yürütmesi, özgürlük gibi duran şeylerin aslında insanı tutsaklaştıran, hatta bağımlı hale getiren yapısı ürkütücü. Evet, şimdi tam da bu noktadan bakılınca; sanki hiçlik çağındayız.

* Özgürlük, aşk, cinsellik kitabınızın ana izleklerini oluşturuyor. Şiirlerinizde gözü pek,  itiraz hakkını kullanan, sağlam, keskin ve sert bir üslup kurduğunuz da oluyor. Bu ‘sarsma’ girişiminizin çağın ‘duyarsız’ insanında nasıl bir etki yarattığına inanıyorsunuz?

- Kimin neyi algılayıp neyi algılamadığını bilmiyorum. Ama eminim ki, tüm bu olumsuzlukların yanı sıra, bir farkındalık da gelişiyor. Ya da silkelenme diyelim. Şuna dayanarak söylüyorum; şiirlerim ya da müzik üzerine yazdığım yazıların sonucunda gelen olumlu tepkilerde, bir sorgulama başladığına şahit oldum. Bu sanırım üslubumla ilgili. Yazdıklarım naif şeyler değil, beni okuyanlar da naif insanlar değil. Çünkü hayat hiç naif değil. Çok sert. Hiçbirimiz börtü böcek düşünecek, kırlarda el ele tutuşup yokuş aşağı koşacak durumda değiliz. Keşke o ruh halinde olsaydık, ama değiliz. Üslubumda bir sertlik varsa, bu hayatın bize dayattığı sertliğe duyduğum tepkiden kaynaklanıyor. Aynı sıkıntıyı duyan insanlar da bu üslup çevresinde bir araya gelebiliyorlar; çünkü farkında olmasalar bile, onlar da aynı üsluba sahip.

* “Büyümem duracak / hainlik bitecek ” (sf 27) dizelerinde  kadına dayatılan, öğretilen davranış şekillerine şiddetle karşı çıkıyorsunuz. Sizce bu dayatmayı yapanların gerçek anlamda büyümesi daha iyi bir çözüm değil mi?

- Haklısın, ama keşke o büyüme gerçekleşse. Oysa kadınlar çok küçük yaşlarda büyümeyi öğreniyor. Çünkü doğdukları andan itibaren oturup kalkmalarından tutun da, giyim kuşama, konuşma biçimine, hanım hanımcık (bu ne demekse) olma meselesine kadar eğitiliyorlar. Elbette kadın doğurganlık vasfına sahip olduğu için,  gelecekteki anne adayı psikolojisiyle, eğitme ve öğretme duygusuna da çok önceden hazırlanıyor. Tüm bunlar kadının çok erken büyümesine, erkeğin de hiç büyümemesine neden oluyor.
Büyümeye ve güçlü durmaya itirazım yok. Kalp şiiri büyümenin şiiridir. Büyürken çekilen sıkıntıların, açmazların, bir yanıyla geri çekilme, vazgeçme arzusunun; ama sonra tekrar devam etmenin şiiridir. Tabii aslında çok daha derin bir okuma yapılırsa, kadının kendi cinselliğini kullanma biçimine de eleştirel bir yaklaşım olduğu anlaşılır. Her şeyi vajinalarıyla halletmeye çalışan, böyle bir zihniyetin empoze edildiği düşünce biçimine karşı da bir tavır bu. Bir başka açıdan okursanız, ölüm üzerine yazılmış bir şiir olarak da algılanabilir. Ölüm, geri çekilme, direnme, ayakta durma… Hepsi birbirinin içine geçti Kalp şiirinde.

* Şiirlerinizde eşya, ev, sokak, duygu durumları, ilişkiler  iç içe eklenerek ilerliyor… Yaşantınızın içinden, gözlemlerinizden, hayal gücünüzden şiire varış noktanız hakkında neler söylemek istersiniz?

- Ev ve sokak imgesi yani içerisi ve dışarısı (başka bir bakışla iç dünya, dış dünya) kavramları çokça geçiyor şiirimde. İnsanın içi ve evler beni çok korkutur. Altay Öktem “Sokaklar Tekin Değil” demiş, ama bence evler tekin değil. İlhan Berk’in dediği gibi “içe dönük, kapalı bir kutudur ev”. Sırdır, kutsaldır ama kutsallığı, taşıdığı sırdadır. Yine ilhan Berk’in deyimiyle   “Diktacıdır ev, diktayla yaralıdır”. Güven duygusu aşıladığı gibi, sokağa kaçmanın temel nedeni de evdir. Ev ölüdür. Ama sokak canlıdır ve herkesindir. Sokakta ayakta kalmak için mücadele edersin ve gardını alarak yaşarsın. Ama insan evde kendini güvende hissettiği için bir önlem alma gereği duymaz. Ama ne olursa da orada olur. Son dönemlerde gazetelerde, haberlerde izlediğimiz şiddet ve ensest ilişkilerin hepsi o güvenle sığındığınız evlerde oluyor. O nedenle insanın içi ve evlerin içi beni korkutur.

* İlişkilerde  kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başladığını işaret ederken “geliyorum âdem / bu sefer üstüne” (sf 37) dizelerindeki gibi kadının sesinin tiz bir çığlıktan ibaret olmadığının da altını çiziyorsunuz…

- Evet, tiz bir çığlık değil. Yani artık tiz bir çığlık değil. Kadın ve erkek arasındaki ilişki; en baştan kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başlamasıyla süregelmiş. Ve artık bir şeyler değişiyor. Kadın da değişiyor. Eskisi gibi naif, kaderine boyun eğmiş kadınlar artık çok fazla yok. Ancak dışarıdan bakılınca bu değişim erkekler tarafından yanlış da yorumlanabiliyor. Mesela, Vedat Sakman’la bir konuşmamızda bana şöyle demişti: “Kadınlar eskisi gibi değil, erkek gibi davranıyorlar. Ben eski kadınlarımızı geri istiyorum”. Aslında bu serzenişte “bir yanlışlık yaptık” hayıflanması vardı. Kendi açısından da haklıydı. O sözlerde, rollerin değişmesi endişesi vardı. Rollerin falan değiştiği yok ve bu hoş da olmaz. Sadece kadın artık eskiye oranla daha özgür ve pervasız. Sanırım Vedat ağbinin canını sıkan o pervasızlıktı. Bense buna ayakta durma çabası diyorum.

* Şiirinizde kadının arayışlarını, özlemlerini, arzularını anlatırken, kadının kadına bakışı hakkında neler düşünüyorsunuz?

- Mesele sadece kadının arayışı ve özlemi değil. Erkek, kadın fark etmez, birey olabilme meselesi önemli. (Elbette cinsel kimliğim doğal olarak yansıyor yazdıklarıma.) Kadının birey olabilme meselesi doğu toplumlarında daha da zor. Gelenekler, toplumun kadına bakışı gibi daha birçok şey kadının özgürlük alanlarını daraltıyor. Dolayısıyla kadının kadına bakışı da o gelenekler, yetiştirilme şartları ve sana dikte edilen şeylerle belirleniyor. Bu bakış doğrultusunda; gördüğüm kadarıyla kadınların geneli birbirini sevse de, birbirine güvenmemesine neden oluyor. Yaşanan bir çıkmazda, diğer kadın hedef gösterilebiliyor. Örneğin gelin kaynana kavgası olsun, bir aldatma meselesi olsun, asıl sorumlu kadınlar oluyor her zaman. Ama bunun yanında bir kadın zor durumda kaldığında, diğer tüm kadınlar onun yanında yer alıyor. Böylesi tam isabet stratejik dayanışmalar görmek mümkün. Kadınların birbirini sahiplenmesi veya daha çok sevmesi kanımca daha ileri yaşlarda, bilinç ve olgunluk düzeyi arttıkça gelişiyor.

 *Varlık Dergisi şubat 2010