3 Şubat 2012 Cuma
Müzik Durduğunda
Garson Kız:
İçimde oluşan dalga, su izi, su sesi ve yonttuklarıyla akıp giden zaman. Oyuklarıyla konuşan bir kaya mıyım ben, taşan bir deniz miyim kendinden? Yoksa bir toz zerresi ya da su birikintisi mi? Hepsi ve hiçbiri benim. Bu yüzden hepinizi ve hiçbirinizi çok seviyorum. Benim olan ve olmayan her şeyinizle iyi ki varsınız. Siz, bayım. Siz, yeni düşen! Bilir misiniz her gün kahkahalarınızın altında yürürüm aynı yolu. Çarpışan kadehlerin, şıkır şıkır giysilerin, renkli spotların altında durmadan, volta atan bir mahkûm gibi. Ağzımda bir “Ne alırsınız, başka bir arzunuz?” balonuyla.
Dum dıtdıt dum dıtdıt dum dıtdıtdıt…
Güzel kızlar ışıklar altında dans ederken, daha güzel görünme telaşındadır. Siz güzel kızları izlersiniz. Güzel kızlar gözleriyle takiptedir sizi. Müzik akıp gider, alıp götürür. Müzikle ilginiz yoktur. Müzik, sizin için diğer her şey gibi bir dekordur. Sahneye uygundur gülüşleriniz! Yadırganmazsınız ve fakat benim düşünceli halim yadırganır. Şef kenara çekip, “Gülümse” der. Size bakarım. Her halinizi, tavrınızı incelerim. Sigaranızı tutuşunuzu, içkinizi yudumlayışınızı, arkadaşlarınıza gelmeyen arkadaşınızı soruşunuzu (ama sırf laf olsun diye). Yeni bir içki için bakınırsınız. Gözlerinizdeki arayışa odaklanırım. Gizliden bir panik yaşarsınız. Dekorla uyumsuzlaşmışsınızdır. Elinizdeki boş kadehi sallarsınız. Ayaklarınızı sallarsınız. Gözleriniz ayakkabınıza ilişir. Silmeniz gerektiğini düşünürsünüz; boyanmamıştır, “Hiç değilse silmeli,” dersiniz. Eğilmeye çekinirsiniz, “Ah yol üstündeki ayakkabıcı çocuk duruyor mudur?” geçer aklınızdan. Size yönelirim tepsiyi uzatırken; size, sizinle ilgili gerçekleri anlatmak isterim. Bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemem ama bir cesaret yaklaşıp, “Çok boşsunuz” derim. Siz şaşırmazsınız. Ben şaşırmamanıza şaşırmam. Yanınızdan uzaklaşırken hep aynı şekildeki topuzumu, çıplak ensemi ve bacaklarımı süzersiniz. Arkadaşlarınıza dönüp size asıldığımı söylersiniz. Sizi duymadığımı düşünürsünüz, sizi duymadığımı düşündürürüm. Mutfağa gider, musluğu açar, suyun akışını izlerim.
Garson çocuk yanıma yaklaşıp sırnaşır. Sizde ne bulduğumu sorar. Ona suya bakmasını söylerim. Gözlerinde, o sadece yenik insanlara has düşünüşü izlerim. Bana suda ne gördüğümü sorar. “Hiç!” derim. “Servise çıkmamız lazım,” der. Yanımdan uzaklaştığına ikna olunca, büyük bir sırrı paylaşırcasına rahatlatıyor, derim. Su'ya son kez bakıp musluğu kapatırım. Sizi görünce başlar, kaldığı yerden zihnim kurcalanmaya. Geriye doğru evrildiğimizi düşünürek yürürüm. Toprağın sıcağını, ana rahmine olan benzerliğini düşünürüm. Sizi izlerim, siz gülersiniz. Toprağın Tanrı'nın ağzı olduğunu düşünürüm bu kez; yarattıklarıyla beslendiğini! Yadırgamam, ayıplamam; bu doğal bir süreç, derim. Sonra bir korku belasıdır kemirir içimi, besmele çekip tövbe ederim. Rahim fikri daha cazip gelir. Ana rahmini yırtarcasına terk ettiğimiz, toprağın rahmine yırtınarak girmek istemediğimiz geçer aklımdan. Sonra ölmenin son olmadığı. Belki döngünün bir parçası, bir uzantısıdır bu, belki de rivayet edildiği gibi ağaç olarak hayat buluyoruz. Öyleyse, bir kavak ağacı olabilirim ya da çam. Belki de heybetli bir ceviz ağacı. Hepsi olmaya meyilliyimdir. Sessiz, kederli ve kasvetli cinsten. Huy!
İşte yine garson çocuk, gözleriyle klakson çalarak yaklaşıyor yanıma. Dişlerinin arasında, “Patron seni izliyor!” Gözlerimi dikiz aynası yapıp, şefe bakarım. Beni izlediğinden emin olunca, mutfağa girer, yeni kadehler için tepsiyi boşaltırım. Herkesin tuttuğu kadehlere dokunma hissinden kurtulmak için, yeni bir kadeh içkiyi deviririm. İçeri, tepsi elimdeyken bir balerin gibi dans ederek girmeyi hayal ederim. Şefin yüzünü gözümün önüne getirir, sonra beni kovacağına ilişkin blöflerinin nihayete ermesi durumu karşısında kendi durumumu düşünürüm. Bu hiç iyi olmaz, derim. Bir içki daha diplerim. İçeri yürürüm. Müziği uğultu ve kahkahalar bastırır. Sahnedeki güzel kızlar, kendilerini pahalı içki sipariş eden erkeklerin kucağına bırakır. Bir çiftin yanından geçerken, kız bana seslenir. Aşağılayıcı bir ifadeyle bakarak, dans etmekten yorgun düşmüş ve şişmiş ayaklarını saklayarak, ağzını eğe eğe, “Bir tane daha,” der. Gözlerimle onaylarken ona şefkat beslerim. Bunu hisseder ve hırsla daha pahalı bir içki söyler.
Dım dıt dıt dum dıt dıt dum dıt dıt dıt…
Kalabalığın içinde hapsolmuş sizi görürüm yeniden. Siz, toprak ve ölüm. Niçin hepinizi aynı anda hissettiğimi sorarım kendime. (Cevapsızdır bazı sorular yahut cevap akşam haberlerinden sonra gelir.) Diğerleri gibi olma çabanızı anlayışla karşılayıp, uzaklaşırım bir süre daha. Zaman hızla ilerler, parlak sahne ışıkları zayıflar, insanların çoğu sarhoş olur ve mesai bitişini müjdeler müşterilerin buradan çıkışı. Bu son saatlerde, yorgunluktan müziğin sesi uğultu halini alır, yavaşlarım. Para kazanma esaretinin sancısını ilk ayaklar işitir. Sonra duygusuz, ruhsuz ama yüzüne bir gülümseme asmayı ihmal etmeden yürüyen, cansız bir varlık olarak bu işletmenin istediği şekilde, misafirlerin arasından geçerim. Böylece sıradan, normal ve düz bir insan modeli olarak dikkat çekmem. Onların istediği gibi biriyim artık, onlardanım. Tehlike geçti, tehdit yok!
Esas oğlan:
Renkli ışıklar, mini etekli, dekolteli güzel kızlar, son model spor arabalar, pahalı saatler, viski, şampanya, votkayla ıslanmış uzayan geceler… Bir zamanlar benim olmayan, ama olması için uğraştığım, didindiğim, varımı yoğumu ortaya koyduğum her şey, bugün anlamını yitirmiş gibi. Sahip olana kadar her şey ne kadar da kusursuz duruyor. Sıradanlaşıyor sonra. Aşk diyorlar, kalbime olmayan yarayı oturtuyorum. Herkes birbirinin aşk yarasını deşmeye bayılır. Doktor edasıyla dinler, şefkat gösterir. Ta ki o aşk yarası olmak istediğini, size artık açık açık çırpına çırpına anlatana kadar. Kızlar. Kapris yaparlar. Her nedense anormal bir kıskançlık ve alınganlık duygusuna kapılıyorlar. Ağlama ve sitem nöbetlerini de buna eklemeli. Hayatıma sızmaya çalışıyorlar. Hem, en sevmediğim şey parfüm kokuları. Biri bunlara, daha çok sıkınca daha güzel koktuklarını mı tembihlemiş acaba? Sarhoşken ya da ayıkken fark etmiyor, yattığım her yatak başında ucuz sarı lambalar. Sıkılıyorum. Ruhum bedenime dar geliyor. Her gün bir öncekinin tekrarı sanki ve ben bu tekrarın içinde bir hamsterdan farksızım. Sabah işyerindeki hırslı genç girişimci, akşam flörtöz tavırlı serseri. İşin kötüsü bunlarsız yapamam artık. Eskiden bunun süpermanvari bir tadı vardı. Sabah Clark Kent, akşam süper kahramandım. Ne var ki herkes Clark Kent'le Süperman'in aynı kişi olduğunu çoktandır biliyor… Hem her şey gerçekliğini yitirmiş durumda. Sahici bir şey ne zamandır yaşanmıyor.
Şef:
Sabahtan akşama aynı terane. Her gün temizlik, her gün bas bas bağıran müzik. Bazı akşamlar, bu akşamki gibi gelen özel saksafoncular, virtüözler var. (Entel garson takip ediyor bunları hep. Mutfaktayken ayakkabılarıyla ritim tutuyor bazı zamanlar.) Patron, “Daha aktif daha enerjik beyler,” diyor. El çırpıp, "Orası sizin sahneniz, hadi bakalım, gözüm üstünüzde," deyip müsamere bebesi gibi bizi başından savıyor.
Sürekli müşterilerle karşılaşınca, hoşgeldiniz efendimler, iyi geceler hanfendiler diliyorum… Sahi mi şimdi bunlar? Bu adamlar, kadınlar, tıkır tıkır ayakkabı sesleri yeni silinmiş parkelerde koşuşturan. Çıldırmış gibi akın akın gelmekteler. Biz de hergün gelmekteyiz çıldırmış gibi. Ne için, hepsi para belasına. Evdekinin umrunda mı? Sabahtan akşama tın tın gezsin o, günlere, pasta börek yemeye. Kızı da götürüyor yanında. Hesap sorsam, cıdır cıdır, benden haklı sanırsın. Yok çamaşırmış, bulaşıkmış, pazar alışverişiymiş, bu ev nasıl dönermiş… mişmiş de mişmiş. Ne var sanki bunda? Yaptığı da iş olsa! Ben neler çekiyorum. Fazla içip kusan mı dersin, yüzüne yüzüne söven mi dersin, ne ararsan. Bir de personeli takip et. Aksayan bir iş var mı, müşteri memnun mu, uğraş dur. Üstelik yeni yeni icatlar başımızda. Şu entel kız. Garson olan. Kumral topuzlu, güzel olan. Hani somurtan hep. Adı neydi, neyse ne. İki üniversite kazanmış, ikisini de yarım bırakmak zorunda kalmış da. Şimdi bu şartlarda çalışmaya mecburmuş da, annesi hastaymış da, iş bulamamış başka da bilmem ne! Bir sürü ajitasyon. Gel, dedim, bir özel görüşelim senle, ona da yok. (Namus satıyo haspam.) Bana ne kızım, ben mi kurdum bu düzeni? Şimdi ben anlatsam mecburiyetlerimi, çetrefilli hikâyemi düşüp bayılır. Bana patron demek istemiyormuş. Ortaokul terk olduğumu duymuşmuş. Ben de biliyorum “Ama yaka kartınızda şef yazıyor,” demeyi. Hayat okulunda okuduk biz be! Nihayetinde biz de kendi çapımızda buranın patronuyuz.
Esas oğlan:
Boş boş bakıyordu karanlığa. Çıkışta, kapıda. Eline bir ağaç dalı almış, toprağa gün ağarmaya yakınken söyleniyor. Önümden geçtiklerini hatırlıyorum içerde, garson çocuk buna, patron seni işten çıkartıyor, demişti. Arabam geldi. Garson kız ağaç dalını ikiye büküp ayırdı. Kolundaki çantayı açıp içine koydu. Yaklaştım yanına, bırakıyım evine. Bir şey söylemeden kapıyı açıp oturdu. Nereye gidiyoruz? Liman yoluna. İçime oturdu bu, ben de kovulmuştum dedim, bir zamanlar. Yalnız mağrurlara has bir gururla, konuşmadan yola bakmaya devam etti. Çantasını sıkı sıkı tutmuş, bacaklarını birbirine yapıştırmış yolu izliyordu. Yan gözle ona bakıyordum. Bir ara belli belirsiz dudağını ısırdı. Bana dönüp, Doğu Garajı'ndan gidebilir miyiz, dedi. Olur, dedim. Mezarlığa yakın durmamı istedi. Teşekkürle indi arabadan. Gaza bastım, ama hızlanamadım. Doğrudan mezarlığa giriyordu. Bir an tereddüt ettim, ama gittim arkasından. Mezar taşı yazılarını sesli sesli okuyarak ilerliyordu. Arkasından bir dedektif edasıyla onu takip ediyordum. Bir aile mezarlığının önünde durdu. Boş olan mezar önünde topuzunu açtı. Kumral saçlar hızla ensesini kapladı. Sonra mezarı eliyle eşelemeye çalıştı. Durup etrafına baktı. Gördü beni. Baktık bir süre birbirimize. Yanına yaklaştım.
“Sorun nedir?”
“Üşüyorum.”
“Evine bırakayım.”
“Gerek yok. Göm beni.”
“…”
“Üşüyorum göm beni.”
Mezarlık bekçisi:
“Böyle sabah erken gelen bulunmaz pek buraya beyim,” dedim adama. Hayalet görmüş gibi baktı yüzüme. “Yardım ettim ben,” dedi. Mezar taşı yazısız toprağı gösterdi. Toprak kabarmış. Adamın elinde siyah kadın çantası. Yüzüme baktı, soluk yüzündeki iki iri üzüm tanesiyle başkasına cevap verir gibi yahut kendine cevap verir gibi, “Teorik olarak yardım ettim ben… Şimdi ben katil miyim?”
Anlamadım hiç.
“Üzülme beyim, hepimiz her gün ölüyoruz.”
Gözleri daha da irileşirken elindeki çantayı fırlatıp, koşarak uzaklaştı. Durduramadım. Şimdi ne yapmak lazım gelir?
Mavimelek e- dergi 50.sayı
İllüstrasyon: Elif Kılıçdoğan (http://www.idemama.com/tasarimcilar/elif-kilicdogan?page=1)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)