15 Ağustos 2011 Pazartesi

Rugan



Deniz Durukan- Rugan
Söyleşi: Petek Sinem Dulun
* İlk şiir kitabınız Şakağına Daya Beni’den dört yıl sonra yayımladığınız Rugan’la, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine muhalif tavrınızı sürdürüyorsunuz. Sizce iki şiir kitabınız biçim ve içerik açısından nerede kesişiyor, nerede ayrılı?
- İlk kitap biraz biyografik özellikler taşıyordu. Kendi hikâyemin ve kendimi oluşturmanın sancıları da diyebiliriz buna. Toplumun kadın üzerinden yürüttüğü namus kavramının irdelenmesi de söz konusuydu. Benzer bir izleğin; namus, ahlâk anlayışı ve tabulara karşı duruşun daha keskin, daha politikleşmiş şekilde Rugan’da devam ettiğini söyleyebilirim. Buna ek olarak, on iki eylül darbesinden sonraki çöküntünün, arada kalmanın, çarpık kentleşmenin, Büyük Orta Doğu Projesi gibi dolaşımda olan teorilerin hepimizin üzerinde yarattığı o bulanıklığın, önünü görememe halinin ve tüm bu sarsıntıların izi de yansıyor Rugan’a…

* Şiirlerinizin yanı sıra yaptığınız söyleşiler, yazdığınız tanıtım yazıları, müzik eleştirileri ile de dikkat çekiyorsunuz. Şiirinize işleyen ahenk ve ritim duygusunun ilgilendiğiniz sanat dallarından beslendiğini söyleyebilir miyiz?

- Evet, müzik beni çok etkiliyor. Müzik durduğunda sanki şiir de duruyor. İçimdeki ritimle, dışarıdaki ritim birbirine karışıyor, beni besliyor, büyütüyor. Dolayısıyla bu yazdıklarıma yansıyor. Şiirde ritmi önemsiyorum; sözcükler, içimdeki müziğin hızına, şiddetine göre dökülüyor. 

* “Galiba devrim bitti / aşk da” (sf 16)  dizeleriyle zamansızlığa, toplumun ve bireyin direnç mekanizmasının çöküşüne, sevgisizliğe göndermelerde bulunuyorsunuz. Sizce ‘hiçlik çağı’nda mı yaşıyoruz?

- Devrimin içinde aşk vardır. Büyük bir inanç vardır. Ancak, devrim romantik bir hareket olarak kaldı günümüzde. Bu çağ böylesi bir tutkuyu, aşkı, inancı kaldırmayacak kadar sert ve yapay. Devrimin bitmesi, insanın içindeki aşk duygusunu da öldürdü. Birbiriyle paralel giden şeyler bunlar… İnsanlık tarihinde iki önemli aşama var. Birincisi göçebelikten yerleşik hayata geçilmesi, ikincisi de topraktan kopup endüstriyel hayata, yani teknik bir dünyaya adım atılması. Topraktan kopup büyük kentlere göç eden kitlelerin kentlerde yapay bir dünya kurma çabasının getirdiği travmayı yaşıyor insanoğlu. Bence bu çağ insanın doğasına aykırı. Elbette ki modernizme, teknolojiye karşı değilim, ama sistemin insanı yalnızlaştıran bir politika yürütmesi, özgürlük gibi duran şeylerin aslında insanı tutsaklaştıran, hatta bağımlı hale getiren yapısı ürkütücü. Evet, şimdi tam da bu noktadan bakılınca; sanki hiçlik çağındayız.

* Özgürlük, aşk, cinsellik kitabınızın ana izleklerini oluşturuyor. Şiirlerinizde gözü pek,  itiraz hakkını kullanan, sağlam, keskin ve sert bir üslup kurduğunuz da oluyor. Bu ‘sarsma’ girişiminizin çağın ‘duyarsız’ insanında nasıl bir etki yarattığına inanıyorsunuz?

- Kimin neyi algılayıp neyi algılamadığını bilmiyorum. Ama eminim ki, tüm bu olumsuzlukların yanı sıra, bir farkındalık da gelişiyor. Ya da silkelenme diyelim. Şuna dayanarak söylüyorum; şiirlerim ya da müzik üzerine yazdığım yazıların sonucunda gelen olumlu tepkilerde, bir sorgulama başladığına şahit oldum. Bu sanırım üslubumla ilgili. Yazdıklarım naif şeyler değil, beni okuyanlar da naif insanlar değil. Çünkü hayat hiç naif değil. Çok sert. Hiçbirimiz börtü böcek düşünecek, kırlarda el ele tutuşup yokuş aşağı koşacak durumda değiliz. Keşke o ruh halinde olsaydık, ama değiliz. Üslubumda bir sertlik varsa, bu hayatın bize dayattığı sertliğe duyduğum tepkiden kaynaklanıyor. Aynı sıkıntıyı duyan insanlar da bu üslup çevresinde bir araya gelebiliyorlar; çünkü farkında olmasalar bile, onlar da aynı üsluba sahip.

* “Büyümem duracak / hainlik bitecek ” (sf 27) dizelerinde  kadına dayatılan, öğretilen davranış şekillerine şiddetle karşı çıkıyorsunuz. Sizce bu dayatmayı yapanların gerçek anlamda büyümesi daha iyi bir çözüm değil mi?

- Haklısın, ama keşke o büyüme gerçekleşse. Oysa kadınlar çok küçük yaşlarda büyümeyi öğreniyor. Çünkü doğdukları andan itibaren oturup kalkmalarından tutun da, giyim kuşama, konuşma biçimine, hanım hanımcık (bu ne demekse) olma meselesine kadar eğitiliyorlar. Elbette kadın doğurganlık vasfına sahip olduğu için,  gelecekteki anne adayı psikolojisiyle, eğitme ve öğretme duygusuna da çok önceden hazırlanıyor. Tüm bunlar kadının çok erken büyümesine, erkeğin de hiç büyümemesine neden oluyor.
Büyümeye ve güçlü durmaya itirazım yok. Kalp şiiri büyümenin şiiridir. Büyürken çekilen sıkıntıların, açmazların, bir yanıyla geri çekilme, vazgeçme arzusunun; ama sonra tekrar devam etmenin şiiridir. Tabii aslında çok daha derin bir okuma yapılırsa, kadının kendi cinselliğini kullanma biçimine de eleştirel bir yaklaşım olduğu anlaşılır. Her şeyi vajinalarıyla halletmeye çalışan, böyle bir zihniyetin empoze edildiği düşünce biçimine karşı da bir tavır bu. Bir başka açıdan okursanız, ölüm üzerine yazılmış bir şiir olarak da algılanabilir. Ölüm, geri çekilme, direnme, ayakta durma… Hepsi birbirinin içine geçti Kalp şiirinde.

* Şiirlerinizde eşya, ev, sokak, duygu durumları, ilişkiler  iç içe eklenerek ilerliyor… Yaşantınızın içinden, gözlemlerinizden, hayal gücünüzden şiire varış noktanız hakkında neler söylemek istersiniz?

- Ev ve sokak imgesi yani içerisi ve dışarısı (başka bir bakışla iç dünya, dış dünya) kavramları çokça geçiyor şiirimde. İnsanın içi ve evler beni çok korkutur. Altay Öktem “Sokaklar Tekin Değil” demiş, ama bence evler tekin değil. İlhan Berk’in dediği gibi “içe dönük, kapalı bir kutudur ev”. Sırdır, kutsaldır ama kutsallığı, taşıdığı sırdadır. Yine ilhan Berk’in deyimiyle   “Diktacıdır ev, diktayla yaralıdır”. Güven duygusu aşıladığı gibi, sokağa kaçmanın temel nedeni de evdir. Ev ölüdür. Ama sokak canlıdır ve herkesindir. Sokakta ayakta kalmak için mücadele edersin ve gardını alarak yaşarsın. Ama insan evde kendini güvende hissettiği için bir önlem alma gereği duymaz. Ama ne olursa da orada olur. Son dönemlerde gazetelerde, haberlerde izlediğimiz şiddet ve ensest ilişkilerin hepsi o güvenle sığındığınız evlerde oluyor. O nedenle insanın içi ve evlerin içi beni korkutur.

* İlişkilerde  kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başladığını işaret ederken “geliyorum âdem / bu sefer üstüne” (sf 37) dizelerindeki gibi kadının sesinin tiz bir çığlıktan ibaret olmadığının da altını çiziyorsunuz…

- Evet, tiz bir çığlık değil. Yani artık tiz bir çığlık değil. Kadın ve erkek arasındaki ilişki; en baştan kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başlamasıyla süregelmiş. Ve artık bir şeyler değişiyor. Kadın da değişiyor. Eskisi gibi naif, kaderine boyun eğmiş kadınlar artık çok fazla yok. Ancak dışarıdan bakılınca bu değişim erkekler tarafından yanlış da yorumlanabiliyor. Mesela, Vedat Sakman’la bir konuşmamızda bana şöyle demişti: “Kadınlar eskisi gibi değil, erkek gibi davranıyorlar. Ben eski kadınlarımızı geri istiyorum”. Aslında bu serzenişte “bir yanlışlık yaptık” hayıflanması vardı. Kendi açısından da haklıydı. O sözlerde, rollerin değişmesi endişesi vardı. Rollerin falan değiştiği yok ve bu hoş da olmaz. Sadece kadın artık eskiye oranla daha özgür ve pervasız. Sanırım Vedat ağbinin canını sıkan o pervasızlıktı. Bense buna ayakta durma çabası diyorum.

* Şiirinizde kadının arayışlarını, özlemlerini, arzularını anlatırken, kadının kadına bakışı hakkında neler düşünüyorsunuz?

- Mesele sadece kadının arayışı ve özlemi değil. Erkek, kadın fark etmez, birey olabilme meselesi önemli. (Elbette cinsel kimliğim doğal olarak yansıyor yazdıklarıma.) Kadının birey olabilme meselesi doğu toplumlarında daha da zor. Gelenekler, toplumun kadına bakışı gibi daha birçok şey kadının özgürlük alanlarını daraltıyor. Dolayısıyla kadının kadına bakışı da o gelenekler, yetiştirilme şartları ve sana dikte edilen şeylerle belirleniyor. Bu bakış doğrultusunda; gördüğüm kadarıyla kadınların geneli birbirini sevse de, birbirine güvenmemesine neden oluyor. Yaşanan bir çıkmazda, diğer kadın hedef gösterilebiliyor. Örneğin gelin kaynana kavgası olsun, bir aldatma meselesi olsun, asıl sorumlu kadınlar oluyor her zaman. Ama bunun yanında bir kadın zor durumda kaldığında, diğer tüm kadınlar onun yanında yer alıyor. Böylesi tam isabet stratejik dayanışmalar görmek mümkün. Kadınların birbirini sahiplenmesi veya daha çok sevmesi kanımca daha ileri yaşlarda, bilinç ve olgunluk düzeyi arttıkça gelişiyor.

 *Varlık Dergisi şubat 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder