Nuray, Cem, Aslı ve Ahmet için…
Bağdaş kurup oturdu yanıma. Elindeki poşetten rengarenk ipleri, çaputları serdi ortamıza. Ağzında ıslattığı ipliği, iğneye geçirdi. Otları birer birer dizdi ipe. Sıkıntıyla, “hem süs, hem nazarlık bunlar” dedi. Sesi, damağına çarpıp, dişlerine yaslanıp havada ufalandı. İçimi ezdi.
“Hayırdır teyzem, bıktın mı bu işlerden?”
“Bıktım ya, bıktım elbet. Bıkmayım da napayım?”
Aşı çiçeği diye bilirdim bu bitkiyi ben. Mahallenin çocukları toplanır, otun kapsülü andıran ön kabuklu kısmını ayırır, içinin tozlarını hafifçe silkeler, omzumuza bastırırdık. Okulda yapılan aşı izine benzerdi, omzumuzdaki iz. Akşamına geçerdi.
Ayıkladığı tohumları, geniş bakır siniyle güneşin alnına bıraktı Esma Teyze. Araladığı dış kapıdan, taze bahar havası yürüdü içeri.
Sofadan Züleyha’nın sesini duyduk.
“ Mehmet! Muhammet! Kalkın artık!”
Çocuklar, kahvaltı niyetine ellerine tutuşturulan domatesleri kemirerek yanımıza geldiler. İştahla yedikleri domateslerin suları, avuçlarından, çömeldikleri kilimin üstüne damlıyordu. Esma Teyze, Arapça bir şeyler söyledi çocuklara. İki kardeş, fırlayıp kalktılar. Ellerinin bulaşığını üstlerine başlarına sıvadılar. Birbirlerini ite kaka kapıya kadar yarıştılar. Gülüşmeleri kuş cıvıltıları gibiydi.
Esma Teyze, yazmasını düzeltti. Eğilip, kilimi temizledi. Ayağa kalkıp, dış kapıya uzandı. Eliyle dış kapıya yaslanıp, ayakkabısının topuğuna basarak, çocukların peşinden gitti. Bir bağrış çığrış oldu. Ter kokuyordu geri döndüğünde.
Züleyha, öğleye doğru elinde sofra beziyle yanımıza oturdu. Annesi, başıyla onaylayınca, kalkıp yer sofrasını kurdu. Büyükçe bakır bir kapta ayran çorbası, kabın etrafına dizdiği katmerler ve koruk salatasıyla sofrayı hazır etti.
“Çocukları neden beklemedik? Birlikte yesek daha güzel olmaz mıydı?”
Gülümsedi. “Geleneğimiz. Onlara ayrı sofra kurulacak”
Yemek yendikten sonra, yeniden nazar otlarının başına geçtik. Esma Teyze, elime bir iğne tutuşturup bana bu süsleri nasıl yaptığını öğretmeye başladı. Bir metrelik zinciri tamamlayınca, beni Züleyha’ya emanet edip, kocasına ve diğer çocuklarına yemek hazırlamak için mutfağa geçti.
Zaman; iğnenin içinden maharetle ip geçiren nasırlı ellerde büyüyor. Geçim için bel bağladıkları bu ota, umutlarını da sarmışlar. Bekar kızlar hazırladıkları süsleri odalarına asıp, dua ettiler mi, güya haftasına talipleri çıkarmış. Cuma akşamları topladıkları taze otları yakınca, kötü ruhlar uzak dururmuş evlerinden.
Züleyha, kız kardeşleriyle beraber, çok küçükken başlamış bu otlardan süs yapmaya. Annesi, defteri kitabı bir kenara koyup iğne ipliğe alıştırmış yumuk yumuk ellerini.
“Okumak isterdim senin gibi. Kısmet beklemezdim o zaman. Annem, bunca çocuk yapmasaymış okurdum.”
‘Okurdum’ kelimesi boş bir çuval gibi düştü ağzından. İçine yayılan eksiklikle söyledi bunu, sorar gibi. Zayıf, kırılgan ve inançsızdı sesi. Kim bilebilir aklından geçenlerin hepsini ağzından koyverdiğini?
Bu sessizlik. Bu acıyı anlama hâli. İçimi burkuyor bu yenilgiler.
“Sevgilin var mı Züleyha?”
Kalakaldı elinde iğne. Dudaklarından yayılan gülümsemeyi, eliyle kapatırken, gözleri hınzırca geriye çekildi. Al al oldu yanakları. Yazmasının oyası alnına düştü.
19.04.2011
* Akköy Dergisi Temmuz- Ağustos 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder