10 Aralık 2013 Salı

SAHTE


Söyleşi: Mehmet Erte – Petek Sinem Dulun
Kapağındaki karanlık havaya rağmen Sahte eğlenceli bir kitap.
Kapakta Erdoğan Zümrütoğlu’nun desenini kullanmamak için elimden geleni yaptım. Sahte için bir görsel ararken ilk olarak Erdoğan’ın atölyesini ziyaret etmiştim. O akşam seçtiğim deseni hiç kimseye beğendiremediğim gibi zamanla kendim de beğenmez oldum ve çok uzun bir arayışa koyuldum, hatta kalemi kâğıdı elime alıp çeşitli denemelere giriştim. Bu denemelerimde beni Erdoğan’ın çizgilerini taklit etmeye götüren şeyi daha sonra, tüm arayışlarımdan elim boş dönünce anladım. Erdoğan ilkeldi. “Çağdaş sanat” diyoruz ya, adam sözcüğün tam anlamıyla “ilkel sanat” yapıyor. Üretilmiş bir ilkellikten değil, basbayağı ilkellikten bahsediyorum. Kendini beğendirme çabasına girerek benliğinden vazgeçmemiş olanın ilkelliği… Neyse. Kapak için seçtiğim başka bir-iki çalışmayı da çeşitli engellerden ötürü kullanamayınca Aslı Akarsakarya sayesinde Erdoğan’ın “İkizi” adlı desenini bir kez daha keşfettim. Aslı “İkizi”ni alıp kapakta görsel için ayrılan alanın sağ alt köşesine attı ve etrafını kararttı. Ona Sahte’nin mizahını ileri sürerek itiraz ettiğimde, kitabımı asla mizahı merkeze alarak düşünmediğini ve “İkizi”nin somurtuk bir desen olmadığını söyledi.
 –Peki, sizin merkeze aldığınız nedir?
Bence kitaplar varoluşumuzun karanlıkta kalan bir bölgesinden ses verdikleri zaman değer kazanırlar, ama böyle bir gerekçeyle değil, bir dürtüyle yazılırlar.
Sizi harekete geçiren neydi?
Sahte’yi yazmaya başladığımda 20 yaşımdaydım. Yazdıklarıma bir değer biçmemi sağlayacak araçlardan bütün bütüne yoksun değildim, ancak elimdeki araçlar bana mı aitti acaba? Yazdıklarıma başkalarının kıstaslarıyla değer biçerek nereye varabilirdim? Bildiğimi okuyacaktım, ama ben ne biliyordum ki, hiçbir şey. İnsanın keşfedilmeye değer bir özü var mıydı? Özgün olmak mümkün müydü? Sanat insanlarla aramdaki kapanmasını umduğum mesafeyi açmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sahte de tüm yazdıklarım gibi sanatın yalanına karşı tepkiden doğdu. Dışarısının bereketli toprakları yerine içimin çoraklığına yöneldim.
Bir yerde “Tüm metinlerin ‘göz’le çarpışarak –görüldüğünü, diğer bir deyişle okunduğunu duyarak– ortaya çıktığını” (Kitap-lık, Kasım 2008)  söylemiştiniz.
Nasıl ki okur “okuma”nın sancısını çekiyorsa, metin de “okunma”nın sancısını çeker, hem de doğuş ânında.
Öykülerinizde olduğu gibi, Sahte’de de hep okurla kavga ediyorsunuz.
“Okur” benden başkası değil. Derdim kendimle.
Birgül Oğuz 6 Haziran 2008’de Radikal Kitap Eki’nde Bakışın Kirlettiği Ayna üzerine kaleme aldığı yazıda şöyle diyordu: “Erte öykü değil, öykü anlatmanın olanaksızlığını anlatıyor. Bozgunu ve bozgunla gelen yoksunluğunu anlatıyor. Bir metin olarak var olma koşullarını kendi içinde teşhir ettiği, her daim yarım ve yetersiz kalacağı gerçeğini durmaksızın duyurduğu ve kendi poetikasının sorunlarını yine kendi kendine tartıştığı için bu kitabın her şeyden önce bir manifesto olduğunu düşündüm. Bu son derece kişisel manifestoda Erte bundan sonra ne yazacağını (ya da ne yazmayacağını) da ortaya koymuş bence.” Bu sözlerin Sahte’yi de tanımladığını, hatta haber verdiğini söyleyebilir miyiz?
SahteBakışın Kirlettiği Ayna’daki öykülerle birlikte kaleme alındı ve 2008’de son biçimini buldu, yayımlanana kadar geçen sürede zaman zaman üstünde düzeltmeler yaptım sadece. Sahte’de de öykülerimde olduğu gibi yazar, okur ve metnin varoluşlarıyla oynanıyor. Anlatıcı metni canlı bir organizma olarak tasarlıyor ve bunu başarabildiği oranda da metnin saldırısına uğruyor. Bir hikâye anlatmak imkânsız değildir, kolayca becerebilirsiniz; ama yazarın kendini kandırdığı ve okurdan da yalanına inanmasını beklediği bir hikâye olur bu. Ben bir tür gerçekçiyim. Bütünün kavranılamazlığı karşısındaki endişemi yazıyorum. Birgül Oğuz’un tespit ettiği de budur ve ne yapmaya çalıştığım konusunda beni bilgilendirerek böyle söyleşilerde kullanabileceğim laflar hediye etmiştir bana.
– Sahte’de“‘Hoşgörülmek’ kaldıramayacağım kadar ağır bir yük; ‘yanlış anlaşılmak’a eşdeğer ve ‘doğru anlaşılmak’ kadar ezici.” (s.125) diyorsunuz…
Başka bir yerde de Sahte’nin hoşgörüldüğü takdirde anlaşılamayacağı ya da anlaşıldığı takdirde hoşgörülemeyeceği yazıyor. Anlatıcının bile isteye işlediği bir suç var, bu suçu hoşgörülmeyi umarak işlemiş olamaz. Ama bu dediklerimi reddeden görüşler de var kitapta.
–Sahte’nin postmodern bir roman olduğu söylenebilir mi?
Bilmem. “Roman” demekte zorlandığımız için mi “postmodern roman” diyeceğiz? Bence bugün postmodern olarak adlandırılan düzyazı yapıtların büyük bölümü aslında moderndir. Sterne’i bir kenara atıp, bir yazarı Balzac ya da Orhan Kemal’le karşılaştırıp ona postmodern demek olmaz.
 –Sahte’deki “Bu roman yayımlanır da yazarıyla bir söyleşi yapmaya niyetlenen olursa lütfen bu bölümü çok dikkatli okusun”daki uyarılara karşın söyleşimizde ilerleyebildiğimizi düşünüyorum.
E tabii, çünkü ben Sahte’nin okuruyum, benimle konuşmak kolay.
* Hece Dergisi, Kasım 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder