7 Aralık 2011 Çarşamba

NAZAR OTU



 Nuray, Cem, Aslı ve Ahmet için…

Bağdaş kurup oturdu yanıma. Elindeki poşetten  rengarenk ipleri, çaputları serdi ortamıza. Ağzında ıslattığı ipliği, iğneye geçirdi. Otları birer birer dizdi ipe.  Sıkıntıyla, “hem süs, hem nazarlık bunlar” dedi. Sesi, damağına çarpıp, dişlerine yaslanıp havada ufalandı. İçimi ezdi.

“Hayırdır teyzem, bıktın mı bu işlerden?”

“Bıktım ya, bıktım elbet. Bıkmayım da napayım?”

Aşı çiçeği diye bilirdim bu bitkiyi ben. Mahallenin  çocukları toplanır, otun kapsülü andıran ön kabuklu kısmını  ayırır, içinin tozlarını hafifçe silkeler, omzumuza bastırırdık. Okulda yapılan aşı izine benzerdi, omzumuzdaki iz. Akşamına geçerdi.

Ayıkladığı tohumları, geniş bakır siniyle güneşin alnına  bıraktı Esma Teyze. Araladığı dış kapıdan, taze bahar havası yürüdü içeri.

Sofadan Züleyha’nın sesini duyduk.

“ Mehmet! Muhammet! Kalkın artık!”

Çocuklar,  kahvaltı niyetine ellerine tutuşturulan domatesleri kemirerek yanımıza geldiler. İştahla yedikleri domateslerin suları, avuçlarından, çömeldikleri kilimin üstüne damlıyordu. Esma Teyze, Arapça bir şeyler söyledi çocuklara. İki kardeş, fırlayıp kalktılar. Ellerinin bulaşığını üstlerine başlarına sıvadılar. Birbirlerini ite kaka kapıya kadar yarıştılar. Gülüşmeleri kuş cıvıltıları gibiydi.

Esma Teyze, yazmasını düzeltti. Eğilip, kilimi temizledi. Ayağa kalkıp, dış kapıya uzandı. Eliyle dış kapıya yaslanıp, ayakkabısının topuğuna basarak, çocukların peşinden gitti. Bir bağrış çığrış oldu. Ter kokuyordu geri döndüğünde.

Züleyha, öğleye doğru elinde  sofra beziyle yanımıza oturdu. Annesi, başıyla onaylayınca, kalkıp yer sofrasını kurdu. Büyükçe bakır bir kapta ayran çorbası, kabın etrafına  dizdiği katmerler ve koruk salatasıyla sofrayı hazır etti.

“Çocukları neden beklemedik? Birlikte yesek daha güzel olmaz mıydı?”

Gülümsedi. “Geleneğimiz. Onlara ayrı sofra kurulacak”

Yemek yendikten sonra, yeniden  nazar otlarının başına geçtik. Esma Teyze, elime bir iğne tutuşturup bana bu süsleri nasıl yaptığını öğretmeye başladı. Bir metrelik zinciri tamamlayınca,  beni Züleyha’ya emanet edip, kocasına ve  diğer çocuklarına yemek hazırlamak için mutfağa  geçti.

Zaman; iğnenin içinden maharetle ip geçiren  nasırlı ellerde büyüyor. Geçim için bel bağladıkları bu ota, umutlarını da sarmışlar. Bekar kızlar hazırladıkları süsleri odalarına asıp, dua ettiler mi, güya haftasına talipleri çıkarmış. Cuma akşamları topladıkları taze otları yakınca, kötü ruhlar uzak dururmuş evlerinden.

Züleyha, kız kardeşleriyle beraber,  çok küçükken başlamış bu otlardan  süs yapmaya. Annesi, defteri kitabı bir kenara koyup iğne ipliğe alıştırmış yumuk yumuk ellerini.

“Okumak isterdim senin gibi. Kısmet beklemezdim o zaman. Annem, bunca çocuk yapmasaymış okurdum.”

 ‘Okurdum’ kelimesi boş bir çuval gibi düştü ağzından.  İçine yayılan eksiklikle söyledi bunu, sorar gibi. Zayıf, kırılgan ve inançsızdı sesi.  Kim bilebilir aklından geçenlerin hepsini ağzından koyverdiğini?

Bu sessizlik. Bu acıyı anlama hâli. İçimi burkuyor bu yenilgiler.

“Sevgilin var mı Züleyha?”

Kalakaldı elinde iğne. Dudaklarından yayılan  gülümsemeyi, eliyle kapatırken, gözleri hınzırca geriye çekildi. Al al oldu yanakları. Yazmasının oyası alnına düştü.


19.04.2011

* Akköy Dergisi Temmuz- Ağustos 2011

HANIMLARIN DİKKATİNE



Hanımların Dikkatine, Seray Şahiner’in ikinci öykü kitabı. Adını, mahalle aralarında anons edilen halı overlokcusunun sözlerinden alan kitap, kent kadının hemcinsleri  ve aşk ilişkileri üzerine esprili ve eleştirel diyaloglardan oluşmuş. Olaylar daha çok üç kişi üzerinden ilerlediğinden, kitap roman izlenimi uyandırıyor. Bunun yanı sıra, kullanılan ifadeler, diyaloglar etkileyici.

İlk öykü, yaşantısının önemli evrelerinde, bir kadının çocukluktan yaşlılığa  kırılma noktalarını vurgulamış. Öykü kişisi zorlu yaşamını,  Kemalettin Tuğcu romanlarından çıkarıp, Yeşilçam filmlerinde başrol oynayan karakterlere yaslıyor. Kendini ve hayatına dahil olan herkesi  zihnindeki yeşilçam replikleriyle örtüştürmeyi seçmiş.

İki ayrı öyküde de; ayrı evlerde, aynı şekilde uçuşan perdeler, fesleğenin bile aynı şekilde konumlamış olması bir tesadüf olabilir mi? Bir düzeni ya da titizliği işaret etmekten öte, benzerliğimizi hatırlatan, eşyayla bağımızı ifade eden seçimler bunlar. Aynı semtte, aynı mahallede belki birbirine yakın, belki epey uzak apartmanlarda oturan birbirinden habersiz, birbiriyle çakışan hayatlar. Bizim hayatlarımız.

Şahiner, sözü öykü kişilerinin ağzından aktarırken, onların iç seslerine de ayrıca  dikkat etmiş. Hayatlarını özgürlük temeli üzerine oturtmaya çalışan kadınların dahi, sevilmek uğruna üç maymunu oynamak, ikinci kadın olmak durumuna razı olmaları dikkat çekici. Hayata yetişmenin telaşı içinde en saçma tavırların sineye çekilmesi, telefon başında günler geçirilmesi, haftalarca sevdiği adam gelecek diye yapılan temizlik ritüelleri ve gelmemesi halinde içe atılan öfke, birikenler kat be kat ortalığa serilmiş. Pişmanlıklar, vazgeçişler, iç hesaplaşmalarla dolu  muhakemeler…  “Ben de çok sordum kendime, “Niçin hep sevgilisi, karısı olan adamlara âşık oluyorum; niye onlar gelip direkt beni buluyor?diye. 25’ime gelen kadar ben de bir umut, dünyanın en harika adamını bekledim; kendisi Hollywood filmlerinde çeşitli simalarda başrol oynamaktan bana uğramaya vakit bulamadı.” (s.59) .  Lakin bu iç hesaplaşma, duygulara yenilgiyle yarım kalıyor. Şahiner, bu çelişki halini, ait olma ve sahip olma isteğiyle yerli yerine oturtmuş.

Elif, Sibel, Nergis… Üçü de üniversite mezunu, aynı evi paylaşan kadınlar… Kendi ayakları üstünde durmaya çalışan bu kadınlar, özgürlükleri için çıktıkları yolda; güvenli, korunaklı, sığınılacak bir omuz aramaktalar. Bu omuz başkasının da olsa, bu omuzda başları eğreti de dursa sevgililiklerinden emin olamadıkları erkeklerin, ‘resmen sevgili’si olabilmek için girdikleri mücadele hayret verici. Hayatında yer bulmaya çalıştıkları insanı, kaybetmemek için çırpındıkça dibe vurmalar... Kariyer amaçlarını rafa kaldırmalar… Kendi ayaklarının üstünde durmak sevdası, top yekun ortadan kalkalı çok olmuş. Büyük bir özenle hazırlanılan buluşma; kuaför, ağda, elbise seçimi gibi seramoniler içeriyor. Göz altı kremleri, ojeler…Bir kadının hayatındaki özen ve temizliği simgelerken, yaşlanma korkusu, bir an önce hayata karışmanın acemi telaşı tüm bu zahmete girmenin sebebiyle anlamlandırılabilir. Sonu hüsranla sonuçlanan bu buluşamama hallerine içerleyen kadınlar, her seferinde radikal kararlar eşiğinde, kendilerine odaklanmayı deniyorlar. Ama, gözler çalmayan telefonlara kilitleniyor. Böylece bir mesaj sesi, onarılmaya niyetlenilmiş tüm o ruhsal yapıyı, tuzla buz etmeye yetiyor.

Çocuklukta okunan masallar,  beklenilen prensler, zaman içinde dergiler, kitaplar, filmler  o büyük destansı aşkları yaşama umuduyla dolu değil mi? Herkes, kendi hikayesinin kahramanı değil mi? İşte; kimileri, kendi hikayesinde bile yardımcı oyuncu rolünü üstleniyor, başrol yerine. “Hayat, “British Airways” yetkililerinin planladığı gibi aksaydı, Elif şu anda yerden binlerce feet yükseklikte, başını cama dayamış, yukarıdan, bulutları seyrediyor olacaktı. Hayat, Elif’in annesinin planladığı gibi aksaydı, Elif şu anda kendi ayaklarının üzerinde yükselmiş müdanaasız bir iş kadını (…) olacaktı. Hayat, Elif’in anneannesinin planladığı gibi aksaydı, Elif (…) sofrayı kuracak, bu esnada uyanan çocuğunu emzirirken, zil çalacak, kocası elinde ekmekle eve gelecekti.” (s.123) Galiba hayat  tasarlanarak yaşanmıyor.

Öykü kişileri modern kadın imajı çizmek isterken, gelenek  kavramından fazla uzaklaşamamış kişiler. Birbirlerine hatta kendilerine bile yabancılar. Birbirlerinin hatalarını eleştirirken hem acımasız, hem de şefkatli davranabiliyorlar. İlginçtir, her yeni yenilgiyle kendilerini huşu içinde, kararlı ve güçlü resmetmeleri. Olmak istediklerini hayal edip, bir türlü hayata geçirememeleri.

Yazar; kendine özgü, gözleme dayalı anlatımıyla toplumun ‘sadece’ kadına yüklediği sorumlulukları ele almış. Çelişkiler, telkinler, korkular, kıskançlıklar, gibi kavramların kadın açısından  dışa vurumu, iç çalkantının çok az bir kısmını oluşturur. Bununla birlikte, kendini ikinci plana atanın da yine kadın olma olasılığının, kadının sürekli kendini ertelemesi, fedakarlığı ve yaşadığı hüsranın da altını çizmiş Şahiner.

Seçimler, vazgeçmeler, ertelenenler…Sevilme ihtirasından erkeği mit haline dönüştürmeler… Kısacası;  Hanımların Dikkatine kadının iç dünyasına dair  çarpıcı hayat bilgileri sunuyor.


HANIMLARIN DİKKATİNE / SERAY ŞAHİNER
Can Yayınları / Mayıs 2011 

* Çini Kitap 10.Sayı

22 Ağustos 2011 Pazartesi

BEHÇET ÇELİK İLE DİKEN UCU’NDA YÜRÜMEK



Hepimizin hikâyesi

Behçet Çelik, Diken Ucu ile hepimizin hikâyesini anlatıyor, modern insanın sıkışmış kimliğini. Alıntı yaptığı Edip Cansever dizeleriyle, “Gözlerimizi / Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık”  işaret ettiği de; insanın içi.

Bir pazar sabahıyla açılan öyküler, hem birbirinin ardılı gibi, hem de birbirinden bağımsızlar. İskeleye vuran dalgalar, cam küllükte yarım kalmış sigara, televizyondaki açık oturumlar, çemberler, sokaklar, yer minderleri, boşaltılan köyler, davullu zurnalı düğünler, bombalardan koruyan dualar… Detayların hayatımızda kapladıkları kocaman yer. Yapılması gereken onca şey varken hiç bir şey yapamama hâli. Kabullenmeler, yüzleşememeler neticesinde içimizde kalanlar... İçerde kalan parçayı kazısak, söküp atsak. Kurtulsak ondan. Ama olmuyor, elimiz varmıyor. İşte bu his,  Behçet Çelik’in kaleminden abartısız, sade ve gündelik bir dille yansıyor.

Hikâye etme  tekniğini hesaba katmadan değinecek olursak;  Behçet Çelik öykü kişilerinin sözlerini çoğu zaman  söylemeden söyleterek bize ulaştırıyor. Söylemeden söylemekle, okuyucunun hayat bilgisine, duyarlılığına sesleniyor aynı zamanda.

Kurguyu sezgiyle oluşturan  yazar, olayı ya da durumu hissettirme yolunu seçerek, okuru da hikâyeye dahil ediyor. Öykü kişilerinin yalnızlıkları, mutsuzlukları, dostlukların kırılma anları fotoğraf gerçekliğiyle ortaya konulmuş. “Mutlu insanlar tutup da her şeyin her an kötüye gittiğini büyük bir zevkle anlatan insanları böyle bir tutkuyla dinler mi hiç?” (s.26) İnsan her zaman kendi gerçeğinden kaçmak için bakmaz başkasının acısına. Acıdan pay almak, onu omuzlamak, azaltmak derdine düştüğü de olur.

Beklentisizleştiğimiz, kendimize güvenimizin azaldığı ve umutsuzluğu en çok sahiplendiğimiz anların sıralandığı öykülerinde öykü kişilerinin, umutlu olsalar bile, hayatın 1-0 öne geçme hırsı dikkat çekiyor. Peki bu tek düze yaşamlar, sıkıntı ve hoşnutsuzluklar, gündelik hayatın dayatmaları, insan eliyle varolmuyor mu? Bu dayatmalara sessiz kalmak, durumu kabullenmek değil mi? İnsanı esir alan nedensizlik ve amaçsızlık değil mi, öylece kalakaldım dedirten? İşte gündelik hayatın sıradan dialoglarını, insanların yaşadıkları coğrafyaya ilgisizliklerini, tepkisizliği bazen de hissettirerek anlatma yolunu seçerek,  o diken ucunun, içerde kalan, sızlayan kısmını duyumsatıyor Behçet Çelik hikâyelerinde. Ne var ki, kimselere soramıyoruz “senin içine batan nedir?”diye.

Öykü kişileri, ayrıksı, sıra dışı kimseler değiller. Herkes gibiler.  Behçet Çelik hikâyelerinin  sahiciliği de buradan doğuyor. Tanıklık ettiğimiz, yaşadığımız duygu durumlarını yorumlamasından. Kitabındaki bir öyküsüne verdiği ad gibi, Çok Tanıdık, Çok Bildik. Bu yüzden hikâye edilen karakterlerde kendini görüyor okur.

An gelir, hafta boyunca taşıdığı yorgunluğu  omuzlarından atmak için, evde dinlenmek, arkadaşlarla  gezmek, alışveriş yapmak gibi seçeneklerin arasından nedense boş boş dolaşmayı seçer insan. “Hafta boyu çalışıp durmuş insanların bir günlük tatillerinde acıklı bir yan var.” (s.17)  diyor Behçet Çelik’te. İnsanın bir güne sıkıştırılan  özgürlüğünü neye-nereye harcayacağını bilememesinin sıkıntısı hiçbir şey yapamayarak çözülür. Vapurda, otobüste ya da yolda yürürken, etrafımızda gördüğümüz insanların da aynını yaptığını düşünebiliriz. “İnsan nasıl da her şeyi bildiğini zanneder, hele uykuya dalmadan az önce, soluk alırken ayık, verirken uykunun içindeyse.”(s.87) Ertelenen sevgililer, dostlar, aile bireyleri aslında aramasalar, sitem etmeseler bile, kendini  sokağa bırakan insanın zihnindedir hep. Orada huzursuzca debelenirler. Behçet Çelik de bu hâllerimizi, ucu vicdana, duyarlılığa, kalbe dayanan dikeni hatırlatıyor. Onu sahiplenmemizi sağlıyor.

 “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” sözünden hareketle saklıyoruz belki de diken ucunu içerde…

DİKEN UCU / BEHÇET ÇELİK
Can Yayınları / Ekim 2010

* Akköy Dergisi Temmuz- Ağustos 2011

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Rugan



Deniz Durukan- Rugan
Söyleşi: Petek Sinem Dulun
* İlk şiir kitabınız Şakağına Daya Beni’den dört yıl sonra yayımladığınız Rugan’la, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine muhalif tavrınızı sürdürüyorsunuz. Sizce iki şiir kitabınız biçim ve içerik açısından nerede kesişiyor, nerede ayrılı?
- İlk kitap biraz biyografik özellikler taşıyordu. Kendi hikâyemin ve kendimi oluşturmanın sancıları da diyebiliriz buna. Toplumun kadın üzerinden yürüttüğü namus kavramının irdelenmesi de söz konusuydu. Benzer bir izleğin; namus, ahlâk anlayışı ve tabulara karşı duruşun daha keskin, daha politikleşmiş şekilde Rugan’da devam ettiğini söyleyebilirim. Buna ek olarak, on iki eylül darbesinden sonraki çöküntünün, arada kalmanın, çarpık kentleşmenin, Büyük Orta Doğu Projesi gibi dolaşımda olan teorilerin hepimizin üzerinde yarattığı o bulanıklığın, önünü görememe halinin ve tüm bu sarsıntıların izi de yansıyor Rugan’a…

* Şiirlerinizin yanı sıra yaptığınız söyleşiler, yazdığınız tanıtım yazıları, müzik eleştirileri ile de dikkat çekiyorsunuz. Şiirinize işleyen ahenk ve ritim duygusunun ilgilendiğiniz sanat dallarından beslendiğini söyleyebilir miyiz?

- Evet, müzik beni çok etkiliyor. Müzik durduğunda sanki şiir de duruyor. İçimdeki ritimle, dışarıdaki ritim birbirine karışıyor, beni besliyor, büyütüyor. Dolayısıyla bu yazdıklarıma yansıyor. Şiirde ritmi önemsiyorum; sözcükler, içimdeki müziğin hızına, şiddetine göre dökülüyor. 

* “Galiba devrim bitti / aşk da” (sf 16)  dizeleriyle zamansızlığa, toplumun ve bireyin direnç mekanizmasının çöküşüne, sevgisizliğe göndermelerde bulunuyorsunuz. Sizce ‘hiçlik çağı’nda mı yaşıyoruz?

- Devrimin içinde aşk vardır. Büyük bir inanç vardır. Ancak, devrim romantik bir hareket olarak kaldı günümüzde. Bu çağ böylesi bir tutkuyu, aşkı, inancı kaldırmayacak kadar sert ve yapay. Devrimin bitmesi, insanın içindeki aşk duygusunu da öldürdü. Birbiriyle paralel giden şeyler bunlar… İnsanlık tarihinde iki önemli aşama var. Birincisi göçebelikten yerleşik hayata geçilmesi, ikincisi de topraktan kopup endüstriyel hayata, yani teknik bir dünyaya adım atılması. Topraktan kopup büyük kentlere göç eden kitlelerin kentlerde yapay bir dünya kurma çabasının getirdiği travmayı yaşıyor insanoğlu. Bence bu çağ insanın doğasına aykırı. Elbette ki modernizme, teknolojiye karşı değilim, ama sistemin insanı yalnızlaştıran bir politika yürütmesi, özgürlük gibi duran şeylerin aslında insanı tutsaklaştıran, hatta bağımlı hale getiren yapısı ürkütücü. Evet, şimdi tam da bu noktadan bakılınca; sanki hiçlik çağındayız.

* Özgürlük, aşk, cinsellik kitabınızın ana izleklerini oluşturuyor. Şiirlerinizde gözü pek,  itiraz hakkını kullanan, sağlam, keskin ve sert bir üslup kurduğunuz da oluyor. Bu ‘sarsma’ girişiminizin çağın ‘duyarsız’ insanında nasıl bir etki yarattığına inanıyorsunuz?

- Kimin neyi algılayıp neyi algılamadığını bilmiyorum. Ama eminim ki, tüm bu olumsuzlukların yanı sıra, bir farkındalık da gelişiyor. Ya da silkelenme diyelim. Şuna dayanarak söylüyorum; şiirlerim ya da müzik üzerine yazdığım yazıların sonucunda gelen olumlu tepkilerde, bir sorgulama başladığına şahit oldum. Bu sanırım üslubumla ilgili. Yazdıklarım naif şeyler değil, beni okuyanlar da naif insanlar değil. Çünkü hayat hiç naif değil. Çok sert. Hiçbirimiz börtü böcek düşünecek, kırlarda el ele tutuşup yokuş aşağı koşacak durumda değiliz. Keşke o ruh halinde olsaydık, ama değiliz. Üslubumda bir sertlik varsa, bu hayatın bize dayattığı sertliğe duyduğum tepkiden kaynaklanıyor. Aynı sıkıntıyı duyan insanlar da bu üslup çevresinde bir araya gelebiliyorlar; çünkü farkında olmasalar bile, onlar da aynı üsluba sahip.

* “Büyümem duracak / hainlik bitecek ” (sf 27) dizelerinde  kadına dayatılan, öğretilen davranış şekillerine şiddetle karşı çıkıyorsunuz. Sizce bu dayatmayı yapanların gerçek anlamda büyümesi daha iyi bir çözüm değil mi?

- Haklısın, ama keşke o büyüme gerçekleşse. Oysa kadınlar çok küçük yaşlarda büyümeyi öğreniyor. Çünkü doğdukları andan itibaren oturup kalkmalarından tutun da, giyim kuşama, konuşma biçimine, hanım hanımcık (bu ne demekse) olma meselesine kadar eğitiliyorlar. Elbette kadın doğurganlık vasfına sahip olduğu için,  gelecekteki anne adayı psikolojisiyle, eğitme ve öğretme duygusuna da çok önceden hazırlanıyor. Tüm bunlar kadının çok erken büyümesine, erkeğin de hiç büyümemesine neden oluyor.
Büyümeye ve güçlü durmaya itirazım yok. Kalp şiiri büyümenin şiiridir. Büyürken çekilen sıkıntıların, açmazların, bir yanıyla geri çekilme, vazgeçme arzusunun; ama sonra tekrar devam etmenin şiiridir. Tabii aslında çok daha derin bir okuma yapılırsa, kadının kendi cinselliğini kullanma biçimine de eleştirel bir yaklaşım olduğu anlaşılır. Her şeyi vajinalarıyla halletmeye çalışan, böyle bir zihniyetin empoze edildiği düşünce biçimine karşı da bir tavır bu. Bir başka açıdan okursanız, ölüm üzerine yazılmış bir şiir olarak da algılanabilir. Ölüm, geri çekilme, direnme, ayakta durma… Hepsi birbirinin içine geçti Kalp şiirinde.

* Şiirlerinizde eşya, ev, sokak, duygu durumları, ilişkiler  iç içe eklenerek ilerliyor… Yaşantınızın içinden, gözlemlerinizden, hayal gücünüzden şiire varış noktanız hakkında neler söylemek istersiniz?

- Ev ve sokak imgesi yani içerisi ve dışarısı (başka bir bakışla iç dünya, dış dünya) kavramları çokça geçiyor şiirimde. İnsanın içi ve evler beni çok korkutur. Altay Öktem “Sokaklar Tekin Değil” demiş, ama bence evler tekin değil. İlhan Berk’in dediği gibi “içe dönük, kapalı bir kutudur ev”. Sırdır, kutsaldır ama kutsallığı, taşıdığı sırdadır. Yine ilhan Berk’in deyimiyle   “Diktacıdır ev, diktayla yaralıdır”. Güven duygusu aşıladığı gibi, sokağa kaçmanın temel nedeni de evdir. Ev ölüdür. Ama sokak canlıdır ve herkesindir. Sokakta ayakta kalmak için mücadele edersin ve gardını alarak yaşarsın. Ama insan evde kendini güvende hissettiği için bir önlem alma gereği duymaz. Ama ne olursa da orada olur. Son dönemlerde gazetelerde, haberlerde izlediğimiz şiddet ve ensest ilişkilerin hepsi o güvenle sığındığınız evlerde oluyor. O nedenle insanın içi ve evlerin içi beni korkutur.

* İlişkilerde  kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başladığını işaret ederken “geliyorum âdem / bu sefer üstüne” (sf 37) dizelerindeki gibi kadının sesinin tiz bir çığlıktan ibaret olmadığının da altını çiziyorsunuz…

- Evet, tiz bir çığlık değil. Yani artık tiz bir çığlık değil. Kadın ve erkek arasındaki ilişki; en baştan kadının erkeğe karşı bir sıfır yenik başlamasıyla süregelmiş. Ve artık bir şeyler değişiyor. Kadın da değişiyor. Eskisi gibi naif, kaderine boyun eğmiş kadınlar artık çok fazla yok. Ancak dışarıdan bakılınca bu değişim erkekler tarafından yanlış da yorumlanabiliyor. Mesela, Vedat Sakman’la bir konuşmamızda bana şöyle demişti: “Kadınlar eskisi gibi değil, erkek gibi davranıyorlar. Ben eski kadınlarımızı geri istiyorum”. Aslında bu serzenişte “bir yanlışlık yaptık” hayıflanması vardı. Kendi açısından da haklıydı. O sözlerde, rollerin değişmesi endişesi vardı. Rollerin falan değiştiği yok ve bu hoş da olmaz. Sadece kadın artık eskiye oranla daha özgür ve pervasız. Sanırım Vedat ağbinin canını sıkan o pervasızlıktı. Bense buna ayakta durma çabası diyorum.

* Şiirinizde kadının arayışlarını, özlemlerini, arzularını anlatırken, kadının kadına bakışı hakkında neler düşünüyorsunuz?

- Mesele sadece kadının arayışı ve özlemi değil. Erkek, kadın fark etmez, birey olabilme meselesi önemli. (Elbette cinsel kimliğim doğal olarak yansıyor yazdıklarıma.) Kadının birey olabilme meselesi doğu toplumlarında daha da zor. Gelenekler, toplumun kadına bakışı gibi daha birçok şey kadının özgürlük alanlarını daraltıyor. Dolayısıyla kadının kadına bakışı da o gelenekler, yetiştirilme şartları ve sana dikte edilen şeylerle belirleniyor. Bu bakış doğrultusunda; gördüğüm kadarıyla kadınların geneli birbirini sevse de, birbirine güvenmemesine neden oluyor. Yaşanan bir çıkmazda, diğer kadın hedef gösterilebiliyor. Örneğin gelin kaynana kavgası olsun, bir aldatma meselesi olsun, asıl sorumlu kadınlar oluyor her zaman. Ama bunun yanında bir kadın zor durumda kaldığında, diğer tüm kadınlar onun yanında yer alıyor. Böylesi tam isabet stratejik dayanışmalar görmek mümkün. Kadınların birbirini sahiplenmesi veya daha çok sevmesi kanımca daha ileri yaşlarda, bilinç ve olgunluk düzeyi arttıkça gelişiyor.

 *Varlık Dergisi şubat 2010

28 Temmuz 2011 Perşembe

Fazladan Bir Hayat



Söyleşi : Petek Sinem Dulun - Metin Celâl 

  • 2000’li yıllarda başlayan roman serüveniniz boyunca, ‘‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’’(2000), ‘‘ Gitmek Zamanı’’ (2003), ‘‘Seni Sevdiğimi Biliyorsun’’(2005)  kitaplarınız yayımlandı. Beş yıllık bir suskunluğun ardından ‘‘Fazladan Bir Hayat’’ (2010) geldi. Dört romanınızda da aşk, aile, arkadaşlık ilişkileri üzerine bir nevi kazı çalışması yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Romanlarımı yazarken belli bir amaçla ya da niyetle yola çıkmıyorum. Yani yazdıklarım hoş bir deyimle “mesaj kaygılı” değil. Genellikle bir konu ya da olgu var peşine düştüğüm, sorguladığım. Gündelik hayattan olaylar, bir gazete haberi ya da birden bire insanların ağzına yerleşen bir söz.  “Ne Güzel Çocuklardık Biz”de çıkış noktam emniyette gözaltındaki bir gencin intiharı ya da ölmesi ile ilgili bir haberdi. Bu bir dönem çok rastlanan bir haberdi. Haberin üzerinde çalışınca 80 öncesinin gençliğine, onların neler yaşadıklarına ve nihayetinde 12 Eylül ertesinde yaşananlara ulaştım.  “Gitmek Zamanı”nda yine bir dönemin dillere pelesenk olmuş “Buralardan gitmeliyim” cümlesi çıkış noktam oldu. Gitmeyi başarabilmişlerin hayatına odaklanmaya çalıştım. “Seni Sevdiğimi Biliyorsun”da şehirlerarası bir vapur yolculuğunda denize düşen bir kadının haberi esinlenme noktam oldu. Oradan geriye doğru kendimce bir hikaye kurdum. “Fazladan Bir Hayat”da ise bir tip var. Özellikle 1980 sonrasında hemen her çevrede rastlayacağımız bir tip. Bir çeşit aylak adam bunlar. Başkalarının sırtından geçirmek arzusunda ve bunu da çoğunlukla başarıyor. Belirli bir meslekleri yok, ilgi alanları, yoğunlaştıkları konular da yüzeysel. Kulaktan dolma bilgilerle idare ediyorlar. Kafalarında daha çok insanlardan nasıl yararlanacakları var.
Sorunuza dönersek, insanlardan söz ediyorsak ister istemez aşk, aile, arkadaşlık ilişkileri de merceğimize takılıyor. Çünkü bir insanın yaşamını bu olgular belirliyor. Özellikle ülkemizde ailenin insanların üzerinde çok belirleyici bir rolü var. Şerif Mardin’in gündeme oturttuğu “mahalle baskısı”ndan daha çok aile baskısını yaşıyoruz. Aşksa insan hayatının olmazsa olmazlarından hayatımız aşkı aramak, bulmak ve kaybetmekle geçiyor. Arkadaşlık ilişkileri ise tüm bunların tamamlayıcısı olarak düşünülebilir. Boşuna “bana arkadaşını söyle sana ne olduğunu söyleyeyim” dememişler.      

  • “Fazladan Bir Hayat” da anlatıcı-kahraman daha kitabın başında bir açıklama yapıyor: ‘‘İnsanın kendine tahammül etmesi zordur. Ben de kendime tahammül etmeye çalışıyordum. Bu yorucu bir uğraştı, başka bir işe izin vermiyordu.’’ (s. 5) Sanki tüm yaptıklarım kendimi anlama çabamdı, beni yargılamayın diyor gibi, ne dersiniz?
İnsanın bu dünyada var olmasından dolayı için için hissettiği, bazan da dillendirdiği bir varlık sorunu olduğu kesin. Ama “Fazladan Bir Hayat”ın kahramanın böyle bir içsel sıkıntı yaşadığı, Camus’ün Yabancı’sı gibi kendi varoluşunu sorguladığına dair bir veri yok elimizde. Bence, kendi anlamsız ve amaçsız hayatına bir mana katmak, en azından kendi gözünde kendini aklama amacıyla böyle sözler ediyor. Örneğin “Tercihsizlik de bir tercihtir” diyor. Evet, sizin de belirttiğiniz gibi tüm yaptıklarım kendimi anlama çabamdı, beni yargılamayın diyor. Bu da karşılaştığı insanlarla yüzleşmek, geçmişi hatırlayıp canını sıkmamak isteğinden kaynaklanıyor sanırım.

  • Roman kahramanınız, sevgilisinin kendisine tecavüz ettiğini söylemesi üzerine hapse giriyor ve hapisten çıktıktan sonra İstanbul’a yerleşiyor, (kaçıyor belki de). Hayatta bir türlü dikiş tutturamayanlardan… Babasını para istemek için aradığında, üvey annesi onu köklerine, belki de geçmişine çağırıyor; Babasının ölmek üzere olduğunu öğreniyor. Babasını o halde görmekten çok,  kendi geçmişiyle yüzleşmekten korkuyor…
Hapisten çıkıp İstanbul’a yerleşince karanlık geçmişini, kötü anılarını belleğinden tamamen silmiş. Babasının ölüm döşeğinde olduğu haberini alınca bir daha dönmemek üzere ayrıldığı şehrine dönmek zorunda kalıyor. Daha otogardan eve gitmek üzere bindiği takside şehrin çok küçük olduğunu fark ediyor. Belleğine hiç hatırlamamak kararıyla gömdüğü anılarını hatırlamak, tamamen unutulmaya terk ettiği insanlarla yüzleşmek zorunda kalacağını anlıyor. Bu yüzleşmeleri olabildiğince az hasarla atlatması gerek bunun yolu da hatırlamıyormuş gibi yapmaktan, duyarsız davranmaktan geçiyor. Çünkü işin ucunda geleceğini garantiye almasını sağlayacak bir miras var ve bu fırsatı kaçırmamak istiyor.

  • “Fazladan Bir Hayat” anlatıcı üzerinden ilerlerken kadın karakterlere de eğiliyor… Bütün kadınları elde etmek istiyor gibi kahramanınız ayrıca. Onların birbirleriyle didişmeleri, birbirlerine kin tutmaları, birbirlerini savunmaları, yakın dostlukları… Hepsini gözlemliyor. 
Türkiye’de nerede yaşarsanız yaşayın kadın olmak zor bir şey. Aileniz, eşiniz, dostunuz, işiniz, yaşadığınız çevre... Hepsinin kadını belirleyici özellikleri var. Onu kendi doğrularına yönlendirmek istiyorlar. Çoğunlukla da kadınlar mücadele etmektense bu belirleyicilere, babalarına, kocalarına ya da patronlarına boyun eğiyor, ses çıkartmıyorlar. Kahramanımızın kadınlara ilgisinin temelinde iki önemli şey var. Biri içinde bulunduğu konum nedeniyle en kolay yoldan cinsel ihtiyaçlarını gidermek istemesi, diğeri de hayatı boyunca hep yaptığı gibi bir kadını kendine aşık ederek ondan faydalanması. Çevresindeki tüm kadınlarla ilişkisi onlardan çıkar sağlama üzerine kurulu. Birine kapılanıp bir süre bedava yaşayabilir miyim düşüncesinde.  

  •  Şehrin muhafazakarlığı, kadınları da erkekleri de yasağa doğru itiyor. Karışık ilişkiler; fuhuş, şantaj, şiddet… 
“Fazladan Bir Hayat” küçük bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor. Birçok orta Anadolu şehri gibi burası da muhafazakar yapıda. Bu şehirlerin belirli bir yaşam biçimi var insanlar içine kapalı, daha çok evde zamanlarını geçiriyorlar. Bu sınırları belli, kapalı hayat azla yetinmeyi bilenler için çok cazip ve huzurlu olsa gerek. Zaten şehirde de yapılabilecek çok şey yok. Bir alış veriş caddesi, kahvehaneler, bir-iki park o kadar.
Sözünü ettiğiniz “karışık ilişkiler; fuhuş, şantaj, şiddet”e gelince o insan ilişkilerinin doğasında olan bir şey. Bir amaca güzellikle ulaşamıyorsanız şantaja, şiddette başvuruyorsunuz. Hemen her siyasi eğilimdeki çapsız kişiler bu yöntemleri kullanıyor. Diğer yandan “etkiye tepki” diye bir şey var. Neyi yasaklarsanız ona olan merak artıyor. “Fazladan Bir Hayat”ın geçtiği şehirde de kamusal bir yasak olmamasına rağmen muhafazakar yapının getirdiği şekilde içki kullanımı azalmış, görünürde fuhuş yapılmıyor. Ama biraz yakından bakınca şehrin çok farklı hikayeler barındırdığını görüyorsunuz. Her yerde yaşanan çıkar ilişkileri, yolsuzluklar, rezaletler bu şehirde de yaşanıyor.

  • Roman boyunca kentin genel yapısında bir değişiklik yok. Anlayış değişmemiş. Herşey son derece ‘kapalı’ görünüyor. Herkes ahlak timsali! Aslında, derin bir sıkışmışlık durumu söz konusu. Kent çok büyük bir sırrı saklar gibi. Oysa, burada bir lades kemiği çıkarıp dedikodu kazanı giriyor devreye. Hem de internet üzerinden! Kentin yavaşlığına karşın haberlerin hızı son derece şaşırtıyor insanı. Küçük yerleşim yerlerinde insanların yapacak pek birşeyleri yok sanki.
Tüm küçük yerlerde dedikodu insanların temel uğraşıdır. Haberleşme dedikodular üzerinden yürütülür, dedikodularla insanlar birbirlerine karşı kampanyalar yapar, birbirlerini yıpratır. Eskiden söz taşıyarak yapılan bu nedenle de yavaş yürüyen bu tür kampanyalar günümüzdeki teknolojik gelişmelerin de etkisiyle çok hızlandı ve eskisine göre çok daha hızlı çünkü artık ortada görsel ya da işitsel kanıtlar (!) var. Filmler, ses kayıtları üretiliyor. Biz Türkler de teknolojik gelişmelere çok meraklıyız. Muhafazakar da olsak liberal de olsak en gelişmiş teknolojileri kullanıyoruz, onların nimetlerinden yararlanıyoruz. “Fazladan Bir Hayat”ın geçtiği şehirde de muhafazakar yapıya rağmen teknoloji olanaklarından sonuna kadar yararlanılıyor.

  • İnsanların yapılan hatalardan ders almadıklarını özellikle vurguluyor gibisiniz…
Romanın girişinde Celine’den alıntıladığım "Hata yapmayı bilin! Dünya hatasız insanlarla dolu. Bu yüzden de mide bulandırıyor." cümlesi var. Çünkü insanların kafasında herkesin mükemmel ve de hatasız olması gerektiği düşüncesi var. Oysa insanoğlu hatalarıyla var olan bir varlık. Diğer yandan da sanılanın aksine insanoğlu zamanla gelişen değişen bir varlık değil. Yedisinde ne ise yetmişinde de o. Böyle olunca da kahramanımız gibi toplumun gözünde baştan hatalı üretim olan birinin her şeyi zamana bırakıp “Hayat geri çevrilemiyordu ama en azından hatalar zamanla tamir edilebiliyordu” diye düşünmesi normal.

* Varlık Dergisi Eylül 2010

* Kitapla ilgili İbrahim Yıldırım'ın yazısı da ilginizi çeklebilir.             http://www.sabitfikir.com/elestiri/fazladan-bir-hayat-icin-fazladan-okuma-onerileri

22 Temmuz 2011 Cuma

TARANTULA



Savaşı en iyi becerenler
barış vaazı
verenlerdir.

Charles Bukowski

Bireyin sembolik evreniyle dönemin ruhuna uygun olarak bedensel ve zihinsel özgürlüğü, cesareti, savaşın anlamsızlığını, nihai olanı değiştirme çabasını kendine özgü -şarkı sözlerini andıran- bir tarzla anlatıyor Bob Dylan. Boğazındaki kılçıktan kurtulmak için herkese, her şeye ve hiçliğe karşı duruyor. “Artık herkes savaşların para & hırs & hayır kurumları yüzünden meydana geldiğini biliyor.” (s.11) “Kafanı bir şeye yoracaksan -‘insanlar neden birbirlerini sevmiyor'la başlama- insanlar neden kendilerini sevmiyorlar diye başla.'' (s.125)

Yalnızlığıyla kendi içine kapanan bireyin, umutsuzluğuyla baş başa kalmasını menfaat gibi nedenlerle irdeleyen Dylan; “dostlarının kim olduğunu bilirsen iyi olur fakat hiçbir dostunun olmadığını bilmen de bir o kadar iyi…” (s.29) diyerek bireyin aynı zamanda yalnızca kendiyle var olabildiğini de hatırlatmaktadır. Bireyin itildiği zindanın ya da esaretin köküne inmenin yollarını arıyorken bir yandan da “herkes senin için bir geri zekalı seçiyor - böyle meselelere kafa yorma” (s.90) diyerek ironik bir söylem kuruyor.

Tarantula'nın keskin virajlarında safkan alkolikler, ruhuyla teneke bir araba gibi oynayan anti kahramanlar da yol alıyor, konuşmayan -suçlu, deli vs yerine de konmayan- keşişler, İncil'den çıkma insanlar, itilip kakılan fahişelerin kendilerinden daha değersiz birini bulma gayreti de. Yığının (toplum) ve aknenin (gençlik) uyumsuzluğunu, özgürlük arayışının sözcülüğünü de üstleniyor.

Joan Baez bir röportajında Dylan için; “gördükleri sadece kendisi için bir şey ifade ediyordu… Başkalarının ihtiyaçları için kafa yoran biri değildi” demiş olsa da o, yazma serüvenini “senin dışında herkes için yazıyor olmak” (s.17) şeklinde tanımlıyor. Yeni bir dalga yaratmıyor belki, ama vurguluyor, sözü iskelet halinde bırakmıyor.

Marksizmin kapitalist sisteme karşı her zaman bir sözü olmadığının altını çiziyor Dylan; “tanrı west virgina madencilerini devrimci olmak için değil 46 model Chevrolet sahibi olup Cenevre'ye kaçmayı arzulamak için yarattı.” (s.79) Kimse kimseye daha fazlasına sahip olmaya çalışma, demeyecek. Zaten kimse bu sözleri duymak istemez. Onlara, duymak istediklerini söylediğinde kesinlikle ‘iyi ve güvenilir' birisindir. Duymak istemediklerini söylediğinde işin rengi değişir… Çünkü herkes kendi gerçekliğinin farkında. Çünkü herkes memnuniyetsizliği ve özgüven eksikliğiyle sahip olamayacaklarını arzuluyor. Çünkü kimse kendini sevmiyor. Herkes çağlayan yalnızlığıyla ıskaladığı küçük fırsatlara hayıflanıyor. Bu yüzden “kimseye bildiğin ve onların da bildiği bir şeyi söyleme. bu onlardan hoşlandığın anlamına gelir & ve hoşlanmıyorsun!…” (s.41)

Tekelleşen bürokrasinin kuklalarına, siyaset tüketicilerine, kafa kol ilişkilerine, insan yığınlarının sindirilmesine aykırı bir dil ve duruşla başkaldırıyor. “İntihar, ankesörlü telefonlardan evlere doğru döşeniyor” (s.13) ama “amerika birleşik devletleri ses geçirmez değil.” (s.78) Olması gerekenden uzak olan her olay ve detaya karşı muhalif tavrını sakınmayan Dylan, müziğiyle olduğu kadar duyarlı duruşuyla da saygınlığını korumakta.

Hayal gücünü sistemin çıkmazıyla çarpıştıran Dylan için; sınıftaki en zeki öğrenci okula sarhoş gelen çocuktur ve sorulduğunda kesinlikle büyüyünce ‘dolar' olmak gibi ilginç bir yanıtı olacaktır.
Dylan, Tarantula'da kulladığı metafor ve çeşitli sentezlerle okura sunduğu anahtarın hangi kapıyı açacağını yine okurun bulacağını söylerken hazırcı okuru da eleştirmeyi ihmal etmiyor; “oh romeo romeo, nerede kaldın yavşak?” (s.51)

Tarantula - Bob Dylan
Türkçesi: Cenk Gültekin
Özgür Yayınları, 2009; 134 s.


* Mavimelek e-dergi 42. sayı

BEŞ TAŞ



''Demir pas tutar, / Gümüş kararır, / Kurtlanır kar bile, / Alev is yapar / Ve insan içinde / Bir kafesle yaşar.'' Metin Altıok

Bir bir açılıp sökülüyor sözcükler ''beş taş''ta. Söküldükçe büyüyor kavramlar, kavramlar büyüdükçe insan daha çok eğiliyor kendine, saklanıyor kendinde. ''Kaplumbağaları izliyordum kabuğumun içinden'' (sf 33) diyebiliyor örneğin. Kendine saklanmanın kimi zaman zalimliği kimi zaman bilgeliği içinde, sözcüklerin kör kurşun gibi yanına, yöresine savrulduğunu herkesten çok kendini vurduğunu duyumsatıyor bize Karayazı. Ne var ki;  ''biri fotoğraf çeksin diyeydi / içimden geçirdiğim vapurlar'' ( sf 55) dizeleriyle yalnızlığın ıssız odalarını aşındırmadığını da gösteriyor.

Dizelerin birbirine iliklenişi, sıkça kullanılan üç nokta imlemi, kayırılan harfler dikkat çekiyor ''beş taş''ta. Eksikler ve eksilenlerin yanında, sokağın yüzü, yaşanamamış çocukluğa özlem, anne babanın mesafesi, bir başınalık, aşk kavramları kitabın belli başlı izleklerini oluşturuyor.

Kelimelerin boğazına nüfuz edişi karşısında kalemiyle konuşuyor sanki Karayazı. Yazma yazgısının getirisini, yaşadığı coğrafyayı ve dünyayı gözleriyle değil,  kalemiyle görüp yorumlamakta. Bunu da, kalbinin sesini el yordamıyla kağıda uygulayarak oluşturuyor.          '' ahh... taşırken nasıl ağırlaşıyor harfler'' (sf 37) dizelerinde  benliğini gönüllüce  kalbi, parmakları ve zihniyle 'hissetmek' kafesinde tutmanın ağırlığını, coşkusunu, hüznünü yani göze aldıklarını işaret ediyor bir bakıma. Karayazı kendi ağrısını ancak yazarak dindirebildiğini, ''-kalem iğne, harf iplik, kâğıt yara'' (sf 27) dizeleriyle ortaya koyuyorken bir yandan ''bıçakla kestim kelimeleri / bileklerinden yazarken sesi /  çıkmıyor nasılsa kazıdığım harflerin'' (sf 10)  dizeleriyle  yutkunduklarını itiraf ediyor.

İnsan doğasının olağan hâli ve sakinliği içindeyken, aniden ''geri dönelim çocukluğumu unuttum evde'' (sf 19)  telaşıyla  içindeki yitik çocuğu aramaya koyuluyor. Erken büyümeye mecbur edilmiş nice çocuk da olduğu gibi telaşında büyütüyor çocukluğunu. Ruhundaki yaralardan gurur duyan  bir çocuğun sesiyle. Bazen de heyecandan şarkının solo nakaratını unutuyor,  karanlığı kıran spot ışıklarının gölgesinde.
Susmanın sağır edici sessizliğinde vicdanı ve eşitlik kavramını, ''taşlarımı cebimden çıkarıp herkese paylaştırdım  harfleri'' (sf 29) şeklinde  ortaya koyarken, yeni dünyanın güvensiz ve mutsuz insan portresini oluşturur tuvalinde. Her fırça darbesinde uzaklaşır ondan; ''ayırdım harflerimi cümlenizden.'' (sf 24) Sanatın, evrensel duyarlılığın verdiği güçle de ayırır  kendini yanılgılardan ''devrik cümlenizden sürünerek çıktım.'' (sf 43)

Dışında tutar kendini, içindeyken yaşamın. Kendini tavan arasındaki çatlaktan izlemenin; sıkıştırılmış, alıkonulmuş, unutulmuş çocukluğunun  oyunu olduğunun bilincindedir. Bundandır ''karayım karasabanla karabasanları'' (sf 32) demesi. Bundandır aşka olan şaşkınlığı ve özlemi. Kendine küçük mutluluk avuntuları da yaratmaz,  ''dut dalında kekeleyen sevinçleri'' (sf 9) andırıyordur bu tutum ona. Gerçekliğin derin  oyuklarında yürütür sözlerinin ritmini. Bir tek aşk değiştirir bu ritmi, bozar dengesini. Ne zaman aşk’a yakalansa, karanfilli gelir sözcüklerin sesi, uzaklaşır kaleme kağıda. Biriktikçe  kendinde, yeniden görecektir ''aşkın göz seğirmesi'' (sf 18) de olabilir.

Mahir Karayazı, ilk kitabında şiirle alacağı yolun düzlemini belirlemiş olmanın kararlılığıyla;  ince sitemi ve buğulu sesiyle kanırttığı yaranın izini sürmeye devam edeceğe benziyor.

Mahir Karayazı / Beş taş / Komşu Yayınları / Mayıs 2009

*Ayraç Dergisi / Ocak Şubat 5.Sayı

21 Temmuz 2011 Perşembe

Aynalı Düşler Çarşısı




Söyleşi: Sevda Zeynep Karadağ – Petek Sinem Dulun

*Aynalı Düşler Çarşısı kitabınızla 2. Ergin Günçe şiir ödülünü kazandınız. 2008 Arkadaş Z. Özer şiir ödülleri kapsamında da dikkat çektiniz. Şiir serüveniniz nasıl başladı?

--Aslında benim öyle çok eskilere dayanan bir şiir geçmişim yok.Hatta 2005 e kadar sadece iyi bir okur olduğumu bile söyleyebilirim. Yazmaksa ara sıra karalamak ve o karalamaları imha etmekten ibaretti.Kalemi elime almam beş sene öncesi Cumhuriyet Kitap ekine tanıtım yazıları yazmaya başlamama denk geliyor. Oturup ciddi ciddi birşeyler yazmak, sesli değil de harfsel bir kendini gerçekleştirme muhteşem bir keşifti diyebilirim. Kendimi ifade etmek için kullandığım diğer bütün yollardan daha sahici daha kolay hatta daha eğlenceliydi desem abartmış olmam sanırım. Konuşarak iletişimde biraz başarısız biri olduğumdan olsa gerek yazarak diyalog kurmak inanılmaz rahatlatıcı. Düşünsene gündelik hayatta kalkıp anneme "sen abartılı düzenli titiz birisin" demekten çekinirken şiirin sayesinde "kalkıp ütülesem sokak başlarını erkenden / sen dağınıklığı sevmezsin" diyebilme şansım oldu.Bir nevi içime attıklarımın, iç sesimin kurtuluş bulduğu bir armağan şiir. Çok geç farkettiğim gizli bir geçit ya da çıkınımda ne varsa getirip bıraktığım aynalı düşlerin satıldığı bir çarşı. Sesin başladığı yer! Ama bütün bunlar hoşluklarla dolu bir serüven miydi ? hayır. Çünkü şiir arenası zorlu bir yer. Ne zaman oraya çıksam mutsuz ve yenik dönüyorum kendime.

* Kitabınızdaki Husumet şiiri kendi kendinize kaldığınız, kişisel tarihinizi sorguladığınız bir özeleştiri şiiri olarak dikkat çekiyor...

--Haklısın. Bunu çok sık yapmam aslında yani kendimle didişmemi pek dışa vurmam. Ama şiir de husumetten doğmuyor mu? Kendisiyle ya da dışarısıyla husumeti olan dahası huzursuz olan şiir yazıyor. Bu da zaman zaman sorgulamaya girdiğimiz dizeleri barındırıyor galiba. Konuşmanın, susmanın hatta sadece varolmanın kabahat sayıldığı çocukluktan gençliğe ordan yetişkinliğe geçişteki süreç ve bu süreçte sizde kalan izler.Hep mutlu anlar anımsanır denir ya belki de mutsuz anlar hep bilinç altına atılır ve bulduğu ,ilk çatlaktan sızar. Sonra "fırlatıp atasım gelir de kendimi / bir türlü elim varmaz" demek gelir kapıya dayanır..."aklım hep bir uçurtma / rüzgarın ardında kalbini kovalayan" sanırım kişisel tarihim aklım ve kalbim arasında geçen savaşlardan ibaret…

* Kitabınızda düşlerin aynaya çarpıp kırılma noktasını işaret eden bir tavrınız var. Bir taraftan da düş aynaları içinde farklı yüzleri, farklı coğrafyalardaki insanları dolaştırıyor şiiriniz...

--Bende mekanda çokluk,zamanda ise hep bir telaş var. Bu iki kavramın uzaklığı ise birbirine yakınlığıyla alakalı desem çok karman çorman etmiş olurum ama olsun dedim gitti. Çünkü gerçekten hissettiğim bu. Hem uzak-yakın hem de azlık-çokluk karmaşası. Aidiyet sorunu. Göçebe yaşamın getirdiği mülkiyetsizlik hissi. Çok yer görme ama hiç bir yere ait olamama. Her şeyden azar azar alarak ama kendini böyle çoğaltarak yaşamak. Hayatın ritmini yavaşlatan köylerden, psikolojinizi zorlayan şehirlere taşıdığınız kendiniz. Şiire sarkan bütün o coğrafyalar geçmişimin bir başka yüzü. Her şair için biraz böyledir aslında. Misal Furuğ İran'da değil de kutuplarda yaşasaydı acaba yine o şiirleri yazabilir miydi? sanmıyorum. İnsanın ruhunu şekillendiren en büyük etkenlerden biri toprak ve o topraklara özgü kültür.Ve ben bu yüzden şair doğulmaz şair olunur düşüncesini benimsemişimdir. Aklınızı ve duygularınızı hatta kullandığınız dilin niteliğini bile en belirleyici koşullar sizin ve çevrenizdekilerin yaşama biçimleri. Şiiri yaşadığımız coğrafyadan damıtıyoruz bu sebeple hayata yapışan temalar şiire yansıyor. Ve her mekan başka bir farkındalık aslında…

* Aynalı Düşler Çarşısı'nda anne-kız, baba-kız, kadın-erkek ilişkileri, toplumun kadına bakışı, aşk, cesaret, mekansızlık gibi konuları irdeliyorsunuz. Anne; sabreden, bekleyen, avunan baba ise; yasak, ayıp, günah hatırlatıcısı olarak karanlık bir gölge gibi beliriyor şiirinizde. Kadını erkeğin namusu olarak gören zihniyete, baskılara dile gelip direnmek yerine dile düşmek kaygısıyla durumu kabullenen, susan hemcinslerinize de ''sır taşım ol çatla'' (s. 30) gibi dizelerle göndermede bulunuyorsunuz...

--Petek'cim benim için şiir buradayım,varım, söyleyecek sözüm hatta itirazım var demenin en anlamlı ve saygın yolu.Geriye kalan ise ne söylediğiniz dahası ne söylemek istediğinizle alakalı.Yani bir anlamda her şair kendi ukdelerini yazıyor.Kitabıma yansıyan kavramların kaynağı da bu sanırım. Ailesel, toplumsal kalıplara sığışmaya çalışırken çizginin dışarı taştığı yerde ne varsa şiirin teması olabiliyor. Senin de dediğin gibi kadın-erkek,baba-kız diyalogları da göze çarpan ilk başlıklar. Aslında ben kadın erkek kıyaslaması ve eşitsizliği üzerine herhangi birşey söylemekten yorgunum.Yorgunum diyorum çünkü bu konuda o kadar çok fikir ve değerlendirme okudum ki bu konuda sil baştan derinlemesine bir didikleme yapmak istemiyorum. Bunun yerine dilimin ucunda ne varsa şiirde anlatmak bana daha anlamlı geliyor.Küçük bir ironi bazen sayfalarca anlatılan düz yazıdan daha etkili. Kaldı ki İnsanın insana eşitlenemediği bir düzlemde kadının erkeğe eşitlenmesini beklemek çok mantıklı gelmiyor artık. Öncelikle insan olarak yan yana gelebilmek sonra daha detaylı bir bütünleşmeye geçmek söz konusu olabilir.Genel anlamda baktığımızda insanlar arasındaki eğitim ,sosyal, kültürel ve ekonomik mesafeler öylesine uzak ki erkeğin kadını ya da kadının erkeği anlamaması çokta tuhaf değil. Benim büyüdüğüm evde para kazanan tek insan babamdı mesela. Annem üreten değil tüketen konumdaydı ve bu ayıbı! kapatmak için her türlü hizmeti vermek zorundaydı. Misal babamın ayakabı iplerini bağlamak ve açmak gibi.Bu durumu çocuk yaşımda olmama rağmen yadırgadığımı anımsıyorum. Aklımın alamadığı bir tek yönlü sevgi gösterisiydi belki, belki de sessiz bir şiddet. Büyüyüp sokağa çıktığınızda anlıyorsunuz ki evdeki durum dışarıda da farklı şekillerde yaşanıyor.  Evde ayakkabılarını kadına bağlatan eril ziihniyet dışarıda da var. Sadece ayakkabı numaraları farklı! Önemli olan, sistem tarafından yutuldukça sistemin içindeki diğer sistemleri de zorlayabilmek.

* Deliler Teknesi kasım 2010

Denizden Geçme Hâli



Şiire, aşka, ölüme inanıyorum, dediİşte bu yüzden ölümsüzlüğe inanıyorumBir dize yazıyorum,Dünyayı yazıyorum; ben varım; dünya var
Yannis Ritsos

 İz  bırakan, izi sürülen ne varsa “yalnızlık gibi geçiyor odalardan.(s. 11) Bu yalnızlık bazen ürperti yaratıyor bazen de peşinden sürüklüyor. Sokaklar, evler, feri sönmüş lambaların baktığı masalar… Gittikçe daralırken mekân; büyüyor birikenler, büyüyor öz, insan kalbine sığamıyor. Belki de bu yüzden kalbine batırdığı iğneyle konuşuyor Çiğdem Sezer. Eğildikçe içine, kuyu derinleşip dipsizleşiyor. Çünkü bu yeni    dünya, bu çağ insanı tüketiyor. Elde ettiklerinin esiri yapıyor. Tüm bunları gözlemek, hissetmek ve herşeye karşın direniş göstermek bazen ağır bir yük haline geliyor. Çünkü mevcut toplumsal yapı, duyarsızlık, ayrımcılık gün geçtikçe şiddetini artıyor. Unutuluyor paylaşmak, birlik olmak, çoğalmak. Bu yapıyı hırsla, bireysellikle, bencillikle besleyip mutsuzluk girdabına düşüyor insanlar. Sonuç: “kimsenin kimsesi yok uyuyorlar / antidepresanlar krallığında / kuştüyü yastık düşleri görüyorlar.(s. 11)

İmkânsızlaşıyor “sevmek hâli”ne geçiş, “gözlerin yanıyor ayakların titriyor ellerin / dünyaya tutunma telaşında / kalbindeki ağacın dalını kırıyorsun.(s. 22) Kendinden kaçarken, arıyorsun kaçtığı yeri. İnanmak istiyorsun hâlâ iyi insanlar olduğuna, çocukluğuna sığınıyorsun bu yüzden pek çok kez; çünkü çocuk olmak koşulsuz sevmek ve inanmaktır, biliyorsun…

Özleniyor çocukluk mor sokaklarda, bozuk para, şeker ve sakız özleniyor. Sonrası “uzun susmalar”… Sonrası vicdan cinayetleri, pusudaki insan suretleri, sokaklar, evler ve insanın içi. Tekin olmayan yerleri sayıyor bir bir Çiğdem Sezer; en korunaklı yerin, evin tekinsizliğini işaret ediyor. “… neden bütün evlerde tehlike işareti var?(s. 18) konusuna dikkat çekip, bir yandan da ikaz ediyor, “burası dünya, tekin bir yer değildir”. (s. 31) Tehlike gölge gibi, kendin gibi seninle yürüyor…

Kimi zaman kendi kimliğinden yola çıkarak birikimlerini, yaşanmışlarını, gözlemlerini sıralıyor Çiğdem Sezer. Çocukluk, genç kızlık, kadınlık anılarına inip çıkıyorsun, “içimizden biri asansör boşluğuna düşüyor(s. 12) dizeleriyle ardında kalan 'sen'le hesaplaşıp yüzleşiyorsun.

Ağrı kadının ortak yazgısı

Kimi kez de, tarihte, masallarda, yaşadığı coğrafyada geziyor Çiğdem Sezer. Bir “hatırlamak hâli”ne çekiyor dizeleriyle. Hatırlamak, bu ağrıyla başlıyor. Belki de bu yüzden, kitabını, “hafızaya; o eşsiz an'a…ithaf ediyor. Ağrısını imliyor. Hatırlamaya başladığın 'an' belki de unutmadığı, unutturmadığı 'an' çoğalıyor.
Denizden Geçme Hâli'nde yol alırken çekip kalbinden bir yıldızı tutuyorsun. Tırnağını etine geçiriyor, sana öğretilen sabretmek sınavını geçiyorsun. “yuttuğum kelimeler diziliyor boğazıma / mide bulantımı gebeliğe yoruyorlar”. (s. 17) dizeleriyle hatırlıyorsun, ağrı kadının ortak yazgısıdır. Susman müjdeli bir haber gibi erkeğin ağzında dolanıyor.

Çiğdem Sezer

Çiğdem Sezer, “duruşu düşüyor sessizliğin koynuna / kadın karanfil kokusuna uyanıyor / eli önce yarasına…( s. 51) dizeleriyle, kadının salt kendiyle değil toplumla ve tabularla hesaplaşmasının sancısı ve sorumluluğunu da hissettiriyor.

Özgürlük isteği ve özleminin bir insanlık hakkı olduğunu vurgularcasına, “yürümek sokaklarda sabah ve akşam ve canı isteyince / şarkı söylemek saçlarını kısacık kestirmek bir dilim karpuz yemek / denize karşı(s. 15) dizeleriyle cinsiyetini yok saydığı takdirde “özgürlük hâli”ne geçilmesi toleransına tepkisi alaysamalı oluyor haliyle… Kadının psikolojik baskı nedeniyle özgürlüğünün ketlenmesine duyduğu rahatsızlığı, “gecenin eteğinde gündüzün eşiğinde / ve sabah ve öğlen ve her yerde / gölge gibi adamlar adımlar” (s. 52) dizeleriyle yineliyor.

“Aşk hâllerine” eğilmesi de aynı yoğunlukla gerçekleşiyor Çiğdem Sezer'in. Göze alışlar, beklentiler, vazgeçişler, tutku, keskin çizgilerle ortaya seriliyor. “sana çıplaktım sen dağa dönük / pıhtı gibi düştüm kendime(s. 42) derken imkânsıza uzanıp, karşılıksız bir aşkın kederine ulaşıyorsun. Kimi zaman da aşk'ın bir kelimede buluşma hâli”ne dokunuyorsun. 'Fedakarlık' kelimesine örneğin. “o bıçağı sırtımıza hangimiz sapladık / hangimizdi kalan kan kaybından masada” (s. 39) dizeleriyle feda edilenler, razı gelmeler, savrulmalar, birbirini hırpalayan âşıklar, bir bakıma katil ve kurban üzerinden irdeleniyor. Aşkın “tutku hâli”ne herkes kendi aşkının katilidir yorumu getiriyorsun. İçindeki kederle dönüyorsun, bazen de kalbindeki çengele, “zordur paslı bir kilide anahtar olmak(s. 44) ve çatlayan çömlekten sızan su olmak”. (s. 67)

Çiğdem Sezer, Denizden Geçme Hâli adlı son şiir kitabıyla insanı kendi gerçeğinin kıyılarında hâlden hâle dolaştırırken hep o soruyu soruyorsun kendine,
aşktan başka neyimiz var?” (s. 71)
~~~
Denizden Geçme Hâli
Çiğdem Sezer
YKY, İstanbul, Nisan 2009, 96 s.
~~~

* Mavimelek e-dergi 46. sayı

Alnı Mavide




 …anılarımız öylesine kan yüklü ki bazen bu kana bir sınır koymaya, selinde boğulmamak için kana bir kanal oymaya kalkıştığımızda suçluluk duyuyoruz.
Julio Cortâzar - Mırıldandığım Öyküler

Ahmet Büke, 2008 Oğuz Atay Öykü Ödülü alan üçüncü  kitabı Alnı Mavide ile ara sokakları, kiri, pası, kanı ile her şeyiyle yok sayılan, dışarıda kalmış insanları ve o insanların çıkmaz sokaklarını anlatıyor. Bazen de sıradan görünen hayatların, sıra dışı hallerini belirginleştiriyor. Yaşamın gerçeğinin, sertliğinin tekrar tekrar altını çiziyor.

Tırnağına kadar silahlı adamları, köhne mescidin ateş tuğlaları arasında saklanan esrar zulalarını, mahallenin delisini, midyeci çocukları kör bakkalı, elektrik direklerinin uzun gölgelerini, karanlığının leke gibi bulaştığı sokakları, cinayetleri; suskun cinayet tanıklarını, atölyeyi, tezgâhtar kızların ürkek güvercin hallerini, şehrin bütün öfkesini damarında taşıyan delikanlılarıyla kitabın en etkileyici öyküsü “Biz”, ruhlarındaki karanlığa teslim olmuş eski bir mahallenin çerçevesini oluşturuyor. Bu öykünün bir başka çarpıcı yanı da, olayların akışını, birbiriyle ilişkisini altı farklı karakterin ağzından anlatıyor oluşu. Sokağın ruhu, küçük eski bir mahallede yaşayan parçalanmış ruhlu insanları Salih, Rehber, Hamamcı Ziya, Asım, Madam Pi ve Hazan tarafından altı farklı yorumla, farklı açılardan irdeleniyor. Karakterlerin ortak özellikleri kaybetmişlikleri ve karanlık yüzlerinin de merhametlerinin de apaçık ortada oluşu. Sevmeyi, açlığını dizginleyemeyip şiddetli bir iştahla avına saldıran hayvanlar gibi algıladıklarından, yaşadıkları hüsranı, umutsuzluğu hep öfkeyle pansuman yapılan bir yara gibi ruhlarında taşıdıkları çıkmazlarıyla yalnızlıklarını büyütüyor oluşları…

Elimde görülmez bir davul ve kiraz ağacından tokmakla sabah sayımına çıkıyorum. Büyük hapishane. Duvarları bir ben biliyorum. Kimse uyanmadan herkesin hücresini açıyorum.” (s. 8) Mahallenin delisi Rehber'in mahallesini, sokaklardaki çöpün bile kendine zimmetli olduğunu düşünmesini, evlerin çatılarında dolaşmasını saygıyla karşılıyor okur. Çünkü kendini bundan kurtaramadığını, bununla yaşamaya mecbur olduğunu biliyor. İntihara kalkıştığını, dahası ölümle en yakın arkadaşıyla konuşur gibi ilgilendiğini de; “benim esrarım uykudur. Dibine kadar çekip ölmek istediğim zamanlar olmadı değil.” (s. 14)

Ev Kalesi, iletişimsizlik… Benlikleriyle zamanın bir yerinde sıkışıp kalmış insanlar… Ahmet Büke'nin diğer öykülerinde de karakterlerinin ağırlıklı olarak erkek olduğu görülüyor. Alıştıkları hayatı devam ettiren, kanıyla, iriniyle daha çok da mahalle konu ediliyor. Esnaf, mahalle sakinleri ve akıp giden hayat… Kavga, gürültü, onları seyreden martılar, kumrular, kediler, kargalar ve zamanın yavaşladığı anlarda öten ölüm kuşu … “Geçen gün dibime kadar geldi. Ceset. Sırtüstü. (…) Dalgaların arasından çıkıverdi. Daha şişmemişti. Yeni düşmüştü yani.” (s. 78) Kurguyla bütünleştirdiği kara mizah, okurun doldurması için bilinçlice bırakılmış boşluklar, 'hepsi hepsi' insanın kendi cehennemini bırakıp, şiddetli bir merakla bu yeni cehennemleri keşfe çıkmasını sağlıyor. Her öykü bitiminde de okur, ejderha olup “kırık dişleriyle mağarasına geri dönüyor.” (s. 122)

Alnı Mavide'de, öykü karakterlerinin 'iyi' ve 'kötü' olması durumlarının keskin bir hatla ayrışmadığı, onların eksiklerini, kusurlarını anlayıp birbirlerine kendilerince destek oldukları da söylenebilir. “Yirmi Beş Kuruşluk Yaram” isimli öyküsünde Dedektif Cinayet Kemal'in, Deli Selim ve anlatıcı tarafından başına vurularak öldürülüp, tekneden atılmasında örneğin. Sırlarının ve başka suçların üstlerinde kalmasını istemeyen iki arkadaş birlik olup dedektifi öldürüyorlar. Sonra iki yitik savaşçı gibi ortadan kayboluyorlar.

“Düş Bulma Kurumu” öyküsünde işinden istifa eden Yavuz Bey, iş yaşamının sebep olduğu ruhani bunalımını da evrak çantasıyla birlikte çöp tenekesine fırlatıyor. Ancak işsiz kalmanın bedelini, açlığı ve hastalanacağını düşününce, “fena be. Üç kuruşla mı atıyorum ben bu çalımı,” (s. 123) demekten kendini alamıyor. Gerisin geri çalıştığı işyerine döndüğünde, aslında Yavuz Bey'in uzun zamandır çalışmadığı, geldiği işyeriyle ilgisinin olmadığı ve içinde bulunduğu psikolojiyle yaşadığı karmaşa ortaya çıkıyor.

Ahmet Büke'nin “Açlık Sarkacı” adlı öyküsünde, “gece kadınlarını karafatmalar gibi sağa sola koşturuyor.” (s. 113) “Alo! Burada Bir Sorunumuz Var” adlı öyküdeyse, kadının buzdolabı ile ilişkisine duygusal bir açıdan yaklaşıyor: “Buzdolabı. (…) içi üşüyen bir varlık. Üstelik kapağı açılmadan bu sırrı kimseye vermiyor.” (s. 117)

Ahmet Büke, Alnı Mavide ile sınırda yaşayan insanların sınırsız hayal gücü, öfkesi ve sırlarıyla bizimle birlikte yaşadıklarını hatırlatıyor. Bizi onların zihinlerinde dolaştırıyor; soğukkanlılıklarını, bir kadını öldürecek kadar sevebileceklerini, aç kalınca saldırabileceklerini, ilkelliklerini… Bize her sabah gazetede okuduğumuz üçüncü sayfa haberlerinin kahramanlarını tanıtıyor. Küfreden, saldıran, görünüşüyle ürkütebilen, o uzağından geçtiğimiz, kendimizi sevmemiz için kıyaslayacak biri olarak gördüğümüz insanların, ne düşündüklerini, ne hissettiklerini anlatıyor. Bizi bize anlatıyor belki de. İnsan tuhaf organizma. İnsanlık halleri tuhaf. Tehlikeli –güvenilir, uyumlu-geçimsiz, boşboğaz– ketum. Ürkek ve korkan her canlı gibi saldırmaya hazır o insanlar aslında biziz… Yoksa değil miyiz?

"Alnı Mavide"  Ahmet Büke
Kanat Kitap, 2008; 160 s.


* Mavimelek e-dergi sayı:44

Oyunlarla Yaşayanlar'da Oğuz Atay



"Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!"
Vüsat O. Bener

Kendini keşif yolculuğuna ne zaman çıkar insan? Yeteneklerini, hayattan beklentilerini biyolojik saati çalmaya başladığında mı duyar? Oğuz Atay Oyunlarla Yaşayanlar adlı ilk ve tek tiyatro metniyle, oyun kahramanı ve okur arasında adeta bir katalizör görevi üstlenmiştir. “Onlarla tek bir varlık haline geliyoruz, seyirci-oyuncu-yazar birleşiyor, aradaki yapma duvarlar yıkılıyor (…) bütün oyunları birlikte oynayalım, birlikte seyredelim, kendimize isimler vermeyelim, yaptığımız işlerle varolalım, bunun dışında kalan bütün sahne unvanları, kurumları, insanın kendini üstün bir şey saymasına yol açan düzenleri yok sayalım…” (s. 37)

Yazarın Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarının da üçlüsü olarak değerlendirilen son ayağı, Oyunlarla Yaşayanlar modernist-postmodernist anlayışın farklı bir sanat dalında devamı niteliğindedir. Oğuz Atay'ın yakın arkadaşlarından Halit Refik bu tarzı rahatsız edici bulsa da, paylaştıkları entelektüel gündem Oyunlarla Yaşayanlar'ın oluşmasında önemli rol oynamıştır.

Oğuz Atay romanlarında olduğu gibi, tiyatro metninde de 20.yüzyıl edebiyat estetiğinin deneysel özelliklerini kullanır. 20. yüzyılın deneysel tiyatrosu; tiyatro sahnesini reel dünyanın bir yansıması olmaktan çıkaran, sahne ile izleyici arasındaki aşılamaz duvarı yıkan Bertolt Brecht'in epik oyunlarının açtığı yeni yolda ilerlemektedir.(1)

Oyunlarla Yaşayanlar'la ilgili incelemelerin bir elin parmağını geçmemesinin ana nedenlerinden biri olarak, yazarın diğer yapıtlarında olduğu gibi, tek oyununda da bir yandan saptamayı güçleştiren, bir yandan da sağlaması iyi yapılmış bir hesaplamanın olması gösterilebilir.(2) Oğuz Atay'ın oyunda izini sürdüğü kara mizah tiyatronun daha çok eleştiri sanatı olduğunu da vurgulamaktadır. Oluşturduğu kurgu ile varoluşsal kimlik sorunsalı ve bireyin toplumsal normlarla kuşatılması sorunsallarını ele alır.

Oyunun değişik oluşu, Batı'da öncü yazarlara karşı anlayışlı olan özel tiyatroların, nedense, bu değişiklik yerli bir yazarda görülünce aynı anlayışı göstermemeleri beni şaşırtıyor. Nedense yetkililer ancak alıştıkları tarzda bir değişiklik istiyorlar.”(3) Recep Bilginer'le röportajında Oğuz Atay, oyunun anlaşılamadığını, oyunu için çeşitli tiyatrolarla bağlantı kurduğunu, ancak maddi kaygılar nedeniyle olumlu bir sonuç alamadığını, bu şekilde ifade etmiştir. Oyunun sahnelenişi de vefatından sonra gerçekleşir.


Oyunlarla Yaşayanlar, Türk Tiyatrosunun önemli oyunlarından biri olarak çok sayıda tiyatro topluluğu tarafından birçok kez yorumlanmıştır. Bu yorumların en önemlisi 80'li yıllarda Mehmet Ulusoy yönetimindeki sahnelenişidir. 1998-1999 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından Macit Koper yönetiminde ve 2005-2006 sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından Cahit Tüfekçi yönetiminde olumsuz eleştiriler alan sahnelenişleri de vardır.(4)

Oyun içinde oyun kurgusu

Oyunda; sahne için de özel bir dekor oluşturan Atay, sahneyi iç ve dış mekan olarak ayırır. İç mekanda Coşkun Ermiş'in evi, dış mekanda ise bazen kurgusal bir sahne, bazen de evin dışı konu edilir. Coşkun'un evinde; eski mobilyalar, sıkışık eşyalar, duvarlarda çeşitli devlet adamları, savaş kahramanları, düşünürler ve sanatçıların yanında büyükanne ve büyükbabaların kahverengi solgun portreleri vardır. Evin genel havasında bir karışıklık, düzensizlik, savrukluk hakimdir.

Oyunlarla Yaşayanlar'da, evin günlük hallerini, sorumluluk ve sorumsuzluk durumları, iç hesaplaşmaları, neşesiz, heyecanı kaçmış evlilikleri, çalışan insanların hayatlarının büyük bölümünün 'para' için harcanıyor olması ve bunun doğal getirisi olarak da mutsuzlukları, iletişimsizliği akıcı ve samimi bir şekilde vurguluyor Oğuz Atay.

Oyun kahramanı Coşkun Ermiş, erken emekli olmuş 45-50 yaşlarında bir tarih öğretmenidir. Mutsuz dünyasını sanatın göz alıcı ışıltısına yöneltmiştir. Bunun için önce keman dersi almaya karar verir, ancak daha sonra tiyatro oyuncusu arkadaşı Saffet'in  teşvikiyle oyun denemelerine yoğunlaşır. Aslında, evlerinde uzun zamandır bir oyun oynanıyordur. Eşi Cemile'nin annesi Saadet Nine, kaçmayı istediği ve fakat bir türlü kaçamadığı Cemil Paşa'nın kendisini belirli aralıklarla ziyaret ettiğini, onu yaşadığı evden kaçıracağına inanmaktadır. Coşkun, oğlu Ümit ve zaman zaman Saffet, Cemil Paşa gibi giyinerek Saadet Nine için küçük mucizeler yaratmaktadırlar. Ancak; Saadet Nine bu küçük mutlulukları kısa süre içinde unutuyordur,  “Uyumak istiyorum, daha önce uyumuştun diyorsunuz. Her şey daha önce olmuş.” (s. 14) Zaman kavramı yoktur.

Kendiyle yüzleşme, kendini sorgulama odasıdır artık Coşkun'un oynadığı oyun. Yıllarca oynamayı reddettiği 'sorumlu baba, anlayışlı eş'  gibi toplumsal rolleri artık geride bırakıp kendiyle uzlaştığı, kendi rollerini oynamayı, yani kendini yaşamayı göze almıştır. Yine de bu göze alış adım adım ilerlemiştir. Önce, kendini ve yaşamını bir başkasının ağzından, yani yazdığı oyunla dile getirerek “ … evlendim ve karıma teslim oldum. Her şeyi yapmasına izin verdim, çocuğu olmasına, hattâ saksıda çiçek yetiştirmesine bile. Halbuki bilirsiniz bitki böcek yapar, topraktan solucan... aman yarabbi size neler anlatıyorum. (Kapı çalınır.) Eyvah karım geldi. ” (s. 42)

İnce hesaplanmış bir kurgunun parçaları

Oğuz Atay'ın, Coşkun'un sesiyle konuşması, Coşkun'un yarattığı kahramanın kendi duygularını ifade edişiyle, oyun içinde oyun kurgusu belirginleşir. Bir yandan da oyunla gerçek hızla birbirinin içinden geçmeye başlar. Coşkun'un kendi sorgu odasına, kendine keskin harflerle ilk kez yüklenmesi biraz da alkol yardımıyla gerçekleşir, “içki değil, gerçek içimi yakıyor.” (s. 49) Gerçeğin tadını aldıktan sonra görmezden geldiği, ertelediği tüm duygu durumlarını, biriktirdiklerini orta yere sermeye devam eder.

Kendi gerçeğinin uzantısında daha geniş görür her şeyi. Yaşadığı toplumun aydınlarını, karanlıkta kalan yanını, acılarını, ağıtlarını, neşesini, üzüntüsünü daha derinden hisseder. Boğazını yakan acı bunları dışarı atamamanın acısıdır ve artık bu acıyı bastırmamaya kararlıdır. “… ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz (…) Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar.” ( s. 51) Oğuz Atay, halkına seslenen, ama halkının yanında olmayan aydınlara güçlü göndermeler yapmaktadır. Kendini halktan bağımsız görüp, halkı kendine ait gören entelektüel çevrelere, giderek incelen bir sivrilikle değinir.

Reklamcılık sektörüne bir çalım atmayı unutmaz Oğuz Atay, Emel'in sözleriyle; “Önce bir buzdolabının karşısında hayranlıkla donakalacağım, sonra hamarat bir çamaşır makinesiyle dans edeceğim.''  (s. 22) Olayların döngüsüne çapraz bakış atmayı da ihmal etmez. Coşkun Ermiş, çekimserliğini yazdığı, okuduğu oyunların da etkisiyle çeşitli rollerle alt etmeyi bilmiştir. Hatta rollerle yaşamaya başlamıştır. Oyun yazarı olarak başlayan tiyatro aşkı onu bir doğaçlama oyuncusu yapmıştır. Yaşamla baş edemediği zamanlar kaçış yolu oyundur. Bu durum en çok Cemile'yi rahatsız etmektedir. “Oyun oyun. Biraz da gerçek oyunlarla ilgilensen iyi olur. Mesela benim para kazanmak, evi geçindirmek için sahneye koyduğum şu dikiş dikme oyunlarımla, Ümit'in her sınıfı iki yılda bir geçme oyununu düzeltsen biraz. Ya da paralarının içkiye yatırma oyununu adam etsen. Erken emekli olma oyununun bize neye mâl olduğunu bir düşünsen…” (s. 34) Oysa, tüm hayatı boyunca sosyal çevresinden, ailesinden, kendinden köşe bucak kaçmıştır Coşkun. Hayatı boyunca en çok da, kendinden korkan bir adamın aynaya bakması gibidir yazdıkları.

Oyun kişilerinin isimleri de tesadüf değil, ince hesaplanmış bir kurgunun parçası ve dikkate değer bir ayrıntıdır. Oyunun ana kahramanı Coşkun Ermiş, yıllarca kendine layık görülen yaşamı kabullenmiş olmanın rahatsızlığıyla erken emekli olup, tüm ezberlerini bozmaya niyetlendiği andan itibaren, bir 'ermiş' edasıyla yaşamının kontrolünü eline almak ister. Servet Duygulu, bir tiyatro sahibidir ve duygusallıktan uzak bir görüntü çizer. Saffet Söylemezoğlu, Coşkun'un tiyatro oyuncusu arkadaşıdır. Ciddiyetten uzak ve patavatsız bir karaktere sahiptir. Emel Sevinir, genç bir tiyatro oyuncusudur. Kolay sevinir, kolay inanır bir karaktere sahiptir. Sevilmek ve destansı bir aşk yaşamak ister. Coşkun Ermiş'in sevgilisidir. Ümit, Coşkun'un oğludur ve umut vaat etmeyen bir öğrencidir. Cemile, Coşkun Ermiş'in eşidir. Sitemkârdır, sorumluluklarını eşine hatırlatmaktan yorgundur, ama bir taraftan da ona mecbur olduğunu, dahası eşinin de kendinden başka çaresi olmadığını düşünüyordur. Saadet Nine, Cemile'nin annesidir.

“Hiçbir müessese beni kabul etmedi”

Metinde diyalektik yapı ağrılı verilmiştir. Bedeni ruhuna dar gelen Coşkun'un sözlerindeki yoğun ironi karşısında okur-izleyici, kuşku tünelinden geçmektedir. Gerçekliğin içindeki kurgu ve kurgunun içindeki gerçek sıklıkla yer değiştirmektedir. Oluşan kara güldürüde, sıkıntıdan ya da kendini boğan tüm durumlardan kurtulmak için çabalayan oyun kahramanının sahneye koymak istediği oyunu, artık çıkarları doğrultusunda yönettiği de gözlemlenir. Ne var ki; bir çan eğrisi gibi doruğa ulaştığı bu durumdan da, aynı bunalımla uçuruma düşer. Saadet Nine'nin ölümü ona her şeyin oyun olmadığı hatırlatır. Ölüm korkusunu belki de 'hiçbir şeyin sonunu iyi getiremediğini' düşündüğü için derinden yaşar. Çünkü o Tehlikeli Oyunlar oynamış Oyunlarla Yaşayanlar'dan olmayı denemiş ve Tutunamayanlar'dan biri olmuştur.

Ölüm kavramı karşısındaki çaresizliği, mahalle mezarlıklarının ortadan kalkmasını, geleneklerinden uzaklaşmış bir toplumun, modernleşmek için kendine aykırı bir biçimi sindirmesini de şu sözlerle eleştirecektir; “ve her gün işimize giderken kavuklu ya da sarıklı bir mezar taşıyla merhabalaşsaydık… ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı (…) kıyıda köşede bir iki küçük mezarlık kaldı tabii.” (s. 91) Ölüm korkusu aslında bir anlamda harekete geçirmiştir Coşkun'u, “Şimdi yaşadığımı hissediyorum. İnsan hayata dönünce de önce korkuları yaşıyor.” (s. 97) Geçmişinden silkelenmek, bir anlamda yüklerinden kurtulmak için 'ev' hapishanesi ve Cemile 'gardiyanı'ndan hastalığına rağmen firar edercesine kaçar. Ayakları onu Emel'in evine götürür. Fakat heyhat!... Emel onu eve almak konusunda pek de istekli değildir. Bu kez Servet'in sahibi olduğu tiyatroya gider. “Hiçbir müessese beni kabul etmedi. Evlilik müessesesinin de evlilik dışı müessesenin de dışında kaldım. (…) Resmen sokakta kaldım demektir.” (s. 106) Konuşurken zorlanıyordur, ama fazla zamanının kalmadığının da farkındadır. Sahne tozunu yutmuştur artık ve bütün büyük oyuncular gibi sahnede ölmek istemektedir.

Yaşamın tek düze/sığ bölgesini simgeleyen evlilik olgusundan kaçma, yaşamına aşkla anlam katma (Emel) ya da onu sanatla zenginleştirme (keman dersi) çabalarında da başarıya ulaşamaz. Coşkun Ermiş, metnin 'acıklı güldürü' tanımındaki 'acıklı' parçayı doğrularcasına, bir 'trajedi kahramanı' gibi tiradını okuduktan sonra ölür.(5)

Oğuz Atay, yazdığı kara güldürüde küçük yaşantılardan yola çıkarak; yaşamındaki 'gri' rengi renklendirmek için çaba harcayan Coşkun'a, dışarıdan gelen tepkileri de doğal bir akış içinde vermiştir. Metin oyun olgusu içinde aslında sadece gerçeği işaret etmektedir. Oğuz Atay, metnin duygu, düşünce, biçim, gelişim örgüsü içindeki en kuvvetli düğümü okurun-izyecinin zihnine atmıştır.

Kaynaklar:


(1) Yıldız Ecevit, "Ben Buradayım…" - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları (s. 422)
(2) Eren Aysan, Oğuz Atay'ın Çok Sesli “Oyunu”: Oyunlarla Yaşayanlar, Pasaj, Ocak / Temmuz 2006 (s. 192)
(3) Recep Bilginer, “Şimdi Ne Yapıyorlar?”, Politika,3 Eylül 1976 (s. 414), Röportaj
(4) Vikipedia, Oyunlarla Yaşayanlar(5) Yıldız Ecevit, "Ben Buradayım…" - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası, İletişim Yayınları (s. 437)
~~~
"Oyunlarla Yaşayanlar" Oğuz Atay
İletişim Yayınları, 13.Baskı, 2004, İstanbul
~~~


* Mavimelek e-dergi 44.sayı