Söyleşi : Petek Sinem Dulun - Metin Celâl
- 2000’li yıllarda başlayan roman serüveniniz boyunca, ‘‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’’(2000), ‘‘ Gitmek Zamanı’’ (2003), ‘‘Seni Sevdiğimi Biliyorsun’’(2005) kitaplarınız yayımlandı. Beş yıllık bir suskunluğun ardından ‘‘Fazladan Bir Hayat’’ (2010) geldi. Dört romanınızda da aşk, aile, arkadaşlık ilişkileri üzerine bir nevi kazı çalışması yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Romanlarımı yazarken belli bir amaçla ya da niyetle yola çıkmıyorum. Yani yazdıklarım hoş bir deyimle “mesaj kaygılı” değil. Genellikle bir konu ya da olgu var peşine düştüğüm, sorguladığım. Gündelik hayattan olaylar, bir gazete haberi ya da birden bire insanların ağzına yerleşen bir söz. “Ne Güzel Çocuklardık Biz”de çıkış noktam emniyette gözaltındaki bir gencin intiharı ya da ölmesi ile ilgili bir haberdi. Bu bir dönem çok rastlanan bir haberdi. Haberin üzerinde çalışınca 80 öncesinin gençliğine, onların neler yaşadıklarına ve nihayetinde 12 Eylül ertesinde yaşananlara ulaştım. “Gitmek Zamanı”nda yine bir dönemin dillere pelesenk olmuş “Buralardan gitmeliyim” cümlesi çıkış noktam oldu. Gitmeyi başarabilmişlerin hayatına odaklanmaya çalıştım. “Seni Sevdiğimi Biliyorsun”da şehirlerarası bir vapur yolculuğunda denize düşen bir kadının haberi esinlenme noktam oldu. Oradan geriye doğru kendimce bir hikaye kurdum. “Fazladan Bir Hayat”da ise bir tip var. Özellikle 1980 sonrasında hemen her çevrede rastlayacağımız bir tip. Bir çeşit aylak adam bunlar. Başkalarının sırtından geçirmek arzusunda ve bunu da çoğunlukla başarıyor. Belirli bir meslekleri yok, ilgi alanları, yoğunlaştıkları konular da yüzeysel. Kulaktan dolma bilgilerle idare ediyorlar. Kafalarında daha çok insanlardan nasıl yararlanacakları var.
Sorunuza dönersek, insanlardan söz ediyorsak ister istemez aşk, aile, arkadaşlık ilişkileri de merceğimize takılıyor. Çünkü bir insanın yaşamını bu olgular belirliyor. Özellikle ülkemizde ailenin insanların üzerinde çok belirleyici bir rolü var. Şerif Mardin’in gündeme oturttuğu “mahalle baskısı”ndan daha çok aile baskısını yaşıyoruz. Aşksa insan hayatının olmazsa olmazlarından hayatımız aşkı aramak, bulmak ve kaybetmekle geçiyor. Arkadaşlık ilişkileri ise tüm bunların tamamlayıcısı olarak düşünülebilir. Boşuna “bana arkadaşını söyle sana ne olduğunu söyleyeyim” dememişler.
- “Fazladan Bir Hayat” da anlatıcı-kahraman daha kitabın başında bir açıklama yapıyor: ‘‘İnsanın kendine tahammül etmesi zordur. Ben de kendime tahammül etmeye çalışıyordum. Bu yorucu bir uğraştı, başka bir işe izin vermiyordu.’’ (s. 5) Sanki tüm yaptıklarım kendimi anlama çabamdı, beni yargılamayın diyor gibi, ne dersiniz?
İnsanın bu dünyada var olmasından dolayı için için hissettiği, bazan da dillendirdiği bir varlık sorunu olduğu kesin. Ama “Fazladan Bir Hayat”ın kahramanın böyle bir içsel sıkıntı yaşadığı, Camus’ün Yabancı’sı gibi kendi varoluşunu sorguladığına dair bir veri yok elimizde. Bence, kendi anlamsız ve amaçsız hayatına bir mana katmak, en azından kendi gözünde kendini aklama amacıyla böyle sözler ediyor. Örneğin “Tercihsizlik de bir tercihtir” diyor. Evet, sizin de belirttiğiniz gibi tüm yaptıklarım kendimi anlama çabamdı, beni yargılamayın diyor. Bu da karşılaştığı insanlarla yüzleşmek, geçmişi hatırlayıp canını sıkmamak isteğinden kaynaklanıyor sanırım.
- Roman kahramanınız, sevgilisinin kendisine tecavüz ettiğini söylemesi üzerine hapse giriyor ve hapisten çıktıktan sonra İstanbul’a yerleşiyor, (kaçıyor belki de). Hayatta bir türlü dikiş tutturamayanlardan… Babasını para istemek için aradığında, üvey annesi onu köklerine, belki de geçmişine çağırıyor; Babasının ölmek üzere olduğunu öğreniyor. Babasını o halde görmekten çok, kendi geçmişiyle yüzleşmekten korkuyor…
Hapisten çıkıp İstanbul’a yerleşince karanlık geçmişini, kötü anılarını belleğinden tamamen silmiş. Babasının ölüm döşeğinde olduğu haberini alınca bir daha dönmemek üzere ayrıldığı şehrine dönmek zorunda kalıyor. Daha otogardan eve gitmek üzere bindiği takside şehrin çok küçük olduğunu fark ediyor. Belleğine hiç hatırlamamak kararıyla gömdüğü anılarını hatırlamak, tamamen unutulmaya terk ettiği insanlarla yüzleşmek zorunda kalacağını anlıyor. Bu yüzleşmeleri olabildiğince az hasarla atlatması gerek bunun yolu da hatırlamıyormuş gibi yapmaktan, duyarsız davranmaktan geçiyor. Çünkü işin ucunda geleceğini garantiye almasını sağlayacak bir miras var ve bu fırsatı kaçırmamak istiyor.
- “Fazladan Bir Hayat” anlatıcı üzerinden ilerlerken kadın karakterlere de eğiliyor… Bütün kadınları elde etmek istiyor gibi kahramanınız ayrıca. Onların birbirleriyle didişmeleri, birbirlerine kin tutmaları, birbirlerini savunmaları, yakın dostlukları… Hepsini gözlemliyor.
Türkiye’de nerede yaşarsanız yaşayın kadın olmak zor bir şey. Aileniz, eşiniz, dostunuz, işiniz, yaşadığınız çevre... Hepsinin kadını belirleyici özellikleri var. Onu kendi doğrularına yönlendirmek istiyorlar. Çoğunlukla da kadınlar mücadele etmektense bu belirleyicilere, babalarına, kocalarına ya da patronlarına boyun eğiyor, ses çıkartmıyorlar. Kahramanımızın kadınlara ilgisinin temelinde iki önemli şey var. Biri içinde bulunduğu konum nedeniyle en kolay yoldan cinsel ihtiyaçlarını gidermek istemesi, diğeri de hayatı boyunca hep yaptığı gibi bir kadını kendine aşık ederek ondan faydalanması. Çevresindeki tüm kadınlarla ilişkisi onlardan çıkar sağlama üzerine kurulu. Birine kapılanıp bir süre bedava yaşayabilir miyim düşüncesinde.
- Şehrin muhafazakarlığı, kadınları da erkekleri de yasağa doğru itiyor. Karışık ilişkiler; fuhuş, şantaj, şiddet…
“Fazladan Bir Hayat” küçük bir Orta Anadolu şehrinde geçiyor. Birçok orta Anadolu şehri gibi burası da muhafazakar yapıda. Bu şehirlerin belirli bir yaşam biçimi var insanlar içine kapalı, daha çok evde zamanlarını geçiriyorlar. Bu sınırları belli, kapalı hayat azla yetinmeyi bilenler için çok cazip ve huzurlu olsa gerek. Zaten şehirde de yapılabilecek çok şey yok. Bir alış veriş caddesi, kahvehaneler, bir-iki park o kadar.
Sözünü ettiğiniz “karışık ilişkiler; fuhuş, şantaj, şiddet”e gelince o insan ilişkilerinin doğasında olan bir şey. Bir amaca güzellikle ulaşamıyorsanız şantaja, şiddette başvuruyorsunuz. Hemen her siyasi eğilimdeki çapsız kişiler bu yöntemleri kullanıyor. Diğer yandan “etkiye tepki” diye bir şey var. Neyi yasaklarsanız ona olan merak artıyor. “Fazladan Bir Hayat”ın geçtiği şehirde de kamusal bir yasak olmamasına rağmen muhafazakar yapının getirdiği şekilde içki kullanımı azalmış, görünürde fuhuş yapılmıyor. Ama biraz yakından bakınca şehrin çok farklı hikayeler barındırdığını görüyorsunuz. Her yerde yaşanan çıkar ilişkileri, yolsuzluklar, rezaletler bu şehirde de yaşanıyor.
- Roman boyunca kentin genel yapısında bir değişiklik yok. Anlayış değişmemiş. Herşey son derece ‘kapalı’ görünüyor. Herkes ahlak timsali! Aslında, derin bir sıkışmışlık durumu söz konusu. Kent çok büyük bir sırrı saklar gibi. Oysa, burada bir lades kemiği çıkarıp dedikodu kazanı giriyor devreye. Hem de internet üzerinden! Kentin yavaşlığına karşın haberlerin hızı son derece şaşırtıyor insanı. Küçük yerleşim yerlerinde insanların yapacak pek birşeyleri yok sanki.
Tüm küçük yerlerde dedikodu insanların temel uğraşıdır. Haberleşme dedikodular üzerinden yürütülür, dedikodularla insanlar birbirlerine karşı kampanyalar yapar, birbirlerini yıpratır. Eskiden söz taşıyarak yapılan bu nedenle de yavaş yürüyen bu tür kampanyalar günümüzdeki teknolojik gelişmelerin de etkisiyle çok hızlandı ve eskisine göre çok daha hızlı çünkü artık ortada görsel ya da işitsel kanıtlar (!) var. Filmler, ses kayıtları üretiliyor. Biz Türkler de teknolojik gelişmelere çok meraklıyız. Muhafazakar da olsak liberal de olsak en gelişmiş teknolojileri kullanıyoruz, onların nimetlerinden yararlanıyoruz. “Fazladan Bir Hayat”ın geçtiği şehirde de muhafazakar yapıya rağmen teknoloji olanaklarından sonuna kadar yararlanılıyor.
- İnsanların yapılan hatalardan ders almadıklarını özellikle vurguluyor gibisiniz…
Romanın girişinde Celine’den alıntıladığım "Hata yapmayı bilin! Dünya hatasız insanlarla dolu. Bu yüzden de mide bulandırıyor." cümlesi var. Çünkü insanların kafasında herkesin mükemmel ve de hatasız olması gerektiği düşüncesi var. Oysa insanoğlu hatalarıyla var olan bir varlık. Diğer yandan da sanılanın aksine insanoğlu zamanla gelişen değişen bir varlık değil. Yedisinde ne ise yetmişinde de o. Böyle olunca da kahramanımız gibi toplumun gözünde baştan hatalı üretim olan birinin her şeyi zamana bırakıp “Hayat geri çevrilemiyordu ama en azından hatalar zamanla tamir edilebiliyordu” diye düşünmesi normal.
* Kitapla ilgili İbrahim Yıldırım'ın yazısı da ilginizi çeklebilir. http://www.sabitfikir.com/elestiri/fazladan-bir-hayat-icin-fazladan-okuma-onerileri