21 Temmuz 2011 Perşembe

Dilde Yeniliğin İzini Süren Bir Yazar, Orhan Duru

     


        
1950 kuşağı; yeni dil ve biçim arayışının, geleneğe karşı başkaldırının simgesi olarak anılır. Bu kuşak; şiirde, “ikinci yeni” akımının doğduğu, öykü de ise Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” eseriyle başlayan bir hareketin, aynı zamanda bir öykü yazarı kuşağının doğduğu, edebiyatımızda bir çeşit dalgalanmanın, renk ve çeşitliliğiyle bir döneme yön veren oluşumun milâdıdır. Doğan Hızlan, kendi kuşağıyla ilgili “Hepimizin edebî fotoğrafını çekmek isteyenler, fotoğraf karesinde bile kendisini gösteren çeşitliliğe dikkat etsinler.”(1) ifadesiyle bir kuşak olarak anılmalarına karşın, o yıllarda her birinin kendi imzalarını oluşturduklarına dikkat çeker. Yazarların, özgün yazın evreni oluşturdukları,  biçim ve içerik de çeşitlilik ve farklılık ile yazılı anlatımı bir adım öteye taşıdıklarına, zenginleştirdiklerine şüphe yoktur. Kendilerinden önce yazılanlardan farklı, özgün ve deneysel öykü örnekleri sunan bu yeni kuşağın temsilcilerinden Orhan Duru; alegorik anlatım tarzı, fantastik kurgusu, yer yer sayıklamayı anımsatan tekrarları, devrik cümle yapısı ile okuru adeta bir Salvador Dali tablosu içine dâhil eder. Öykü atmosferi; zamansızlık, mekânsızlık ve soyut öğelerle çevrelense de, Orhan Duru öykülerinin karakteristik özelliliği, mizah armonisiyle yüklü olmasıdır. Bu armoniyle birlikte, çeşitli dil oyunları, düşsel ifadeler, kurgu da çeşitlilik ile, öykülerinde yarattığı ütopik ve gizemli hava okurun dikkatini kamçılar.

Duru, ilk öykü kitabını yirmi altı yaşında yayınlar. Bu ilk kitap, anlatım tekniğinin, yenilik arayışının, düşsel ifadelerin Orhan Duru öykücülüğünün belirgin özelliklerinin, denilebilir ki temellerini oluşturur. Bırakılmış Biri’ndeki öyküleri, dil ve anlatım olanakları olarak,  hem sade hem de farklı bir dilin kapılarını aralamıştır. Öyle ki bu durum, öykü isimlerinde dahi açıkça örneklenmektedir; “Karabasan”, “Darağacı arayan adam” gibi sade isimler seçmesine karşın, “Bal On Yiyen Köp Ek”, “Lök”, “Bat” gibi seçimleriyle dilde yenilik arayışı, daha ilk kitapta kendini net bir şekilde gösterir. Öykülerin içeriğinde de bu arayışın izleri görülmektedir,  “İşte yazılmadan önce var olmayan bir kelime. Lök. Bu kelimeyle başlıyorum öyküme. Lök gibi öyküme.(…) Yağmurdan lök gibi ıslanmıştı Edmond. Bu arada Fransızcası bile ıslanmıştı. Sevmişti bir güzel kız. İstiyordu onunla sevişmek.” (2)

Dönemin önemli eleştirmenlerinden Tahir Alangu, Orhan Duru’yu bu “alaylı” ve deformasyona dayalı anlatım biçimi nedeniyle “aşırılığın ölçüsü” ilan eder ve dilini “tahammül edilemez” bulduğunu belirtir. Asım Bezirci ise, Duru’yu “gerçekçiliğimize yeni yollar, hikâyeciliğimize yeni olanaklar, dilimize yeni deyişler getiren yazar” saydığını söylemeden edemez.(3) Cümle yapısında, özellikle söz diziminde yaptığı değişiklerle eleştirinin odağına yerleşmiştir Orhan Duru. Öyküleriyle ilgili aldığı yorumlara, eleştirilere karşın öykü yaratma sürecini ve sancısını şu sözleriyle tanımlar; “yazdıklarıma kara mizah diyenler haklı olabilir. Ama kara mizahın ötesinde bunaltı içindeki bir yaşamın izleri var bu öykülerde. Beni bugün bile sarsan, gizli, sadece yazarın bilebileceği kişisel deneyler ve kaygılar… (…) Hepsi de belli bir çaba, değişik ve yeni bir anlatım biçimi yaratma uğraşısının sonuçları.” (4)



Kullandığı arı dile karşın, dil canbazı olarak anılmasının nedenlerinden biri de, dilin kalıplarının dışına çıkarak, gelenekten ayrık, kendine ait bir dil, bir üslup oluşturmasıdır. Dönemin diğer yazarlarında olduğu gibi Orhan Duru’da öykü temasını, öykü karakterlerinin bunalım, huzursuzluk, sıkıntı ve boşluğa düşme hissi üzerine kurar. Orhan Duru’nun karakterleri genel olarak, uyumsuz, ayrık, kabul görmeyen ve dışta kalan kişilerden oluşuyor.
Duru, ilk kitabı Bırakılmış Biri’ndeki Ölük adlı öyküsünde; öykü kişisinin bir arayış, sorgulayış içinde kendiyle mücadele ederken aynı zamanda bir hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik, yıkılmışlık ve boğulma hissi içinde kıvrandığına tanıklık ederiz. “Ölünceye kadar yitirmeyeceğim bu duyguyu. Bu baygınlık veren… Soluk aldım. Bir daha soluk almayacakmışım gibi saatlerce bu solukla yetinecekmişim gibi.(5)

Öykü kişileri, zaman zaman varoluşsal kaygılar içinde kendi tarihleriyle hesaplaşırlar. Kimi zaman da kendi aykırılıklarını benimsemiş olarak yer bulurlar öykülerde. Anlatıcı- yazar, karakterlerin içe eğilimlerini, ruhsal faaliyetlerini, içinden çıkılamaz durumlarının farklı yansımalarını ustalıkla aktarır.  Ünvanlara, rütbelere önem vermiyor gibi görünebiliriz ama gene de hoşumuza gider başkalarından ayrık olmak.” (6)

Bireyin sıkışmış kimliğine içerden bakmayı deneyen Duru; kişisel yargıları, hayalgücü ve gözlemle dile getirmeyi amaç edinmiştir. 1950 Kuşağı’nın bu ortak bakış açısı, sosyal gerçekçi çevrelerce “bunaltı edebiyatı” olarak adlandırılır. Fakat, bu bireyin iç dünyasına yolculuk, yaşanılan coğrafyanın sorunları, yaşanılan çağın içinde bulunulduğu sosyo-kültürel ve siyasi yapısıyla şekillenir.

İçe doğrulan bireyin, tüm mesafeleri kaldırarak kişiliğinin ardıllarının, gizinin, özünün tüm gerçekliği ve yalınlığıyla “insanı anlamak” yahut “insanı her yönüyle tanımak” amacıyla kurulan bu yönelimin, Batı’nın etkisiyle oluştuğu kabul edilir. Oysa bugün hepimiz ruhumu saran bir salgınla iç içe yaşıyoruz: Yalnızlık. Bir kusur da olabiliyor mükemmeliyetin ölçüsü de. Böyle bir uçurumu, hem yukardan; o düşme yaşanılan tümsekten, hem de aşağıdan; en dipten gözler önüne serer Duru öykülerinde. Ya yalnızlığın dibine vurmuştur karakterler, ya da umutsuzca kendini onun kollarına bırakırlar. Tüm bu durumlarla çelişik olarak,  yalnızlıktan kaçan öykü kişileri, aynı zamanda bu yalnızlığa sıkı sıkı bağlıdırlar da. Biri gelecek ve o yalnızlığına dokunacak, ona ortak olacak ve hatta o yalnızlıkla arasına girecek diye, tetikte yaşar öykülerinde karakterler Duru’nun. Bu yüzden sadakatle bağlanılır ya yalnızlığa… “Bir köpek gelmişti geçen hafta, biraz oyalandım onunla. Dostça yaşadık. Birdenbire çok bağlandığımı, vazgeçemeyeceğimi anladım. Ah, bu ne kadar korkunç bir şeydir. Ona alışıvermiştim. İşte beni kışkırtan bu oldu. Öldürdüm bu hayvanı. O köpeğin bana hükmetmesine artık dayanamazdım. Buna dayanamazdım. Öldürdüm gitti. Leşini avluya attım. Daha kokmaya başlamadı.” (7) Aslında bağsızlık, bağlanma korkusu, alışmak kaygısı, anlaşılamamak, umutsuzluk hepsi iletişimsizliğin doğurduğu yitik insanı oluşturmuyor mu?

Her şeye karşın yaşamak. Soluk alabiliyor olmanın cazibesi. O uçurumun dibindeyken bile, biri gelsin ve bize “dur” desin isteriz. Bir güç ya da deli cesareti bizi o uçuruma sürüklemiştir ama ancak bir ses engel olabilir o tümsekten uzaklaşmaya. İlle bir arkadaş, bir dost isteriz yanımızda. Tesadüfen oradan geçmekte olan biri. Ya da bir köpek, bizi paçalarımızdan geri çekecek, nefes alabiliyor olmanın o korkunç güzelliğini anımsatacak. Bekleriz işte. Yaşamak gayesi bazı zamanlar yalnızlık sevdasının önüne geçer. Bu yüzden en onulmaz anlarda “mış” gibi yaşamaz mıyız? Duru da,  insana ait bu gibi tuhaf durumları, bu insanın anlaşılmaz oyuklarını alaysamalı olarak ele alır öykülerinde. “Meğer ben Ömer’mişim. Eskiden şoförmüşüm. O da bilmem nerede tamirciymiş. O artık uslanmış. Ev bark sahibi olmuş. Sonra kalktık o adamla Boğaz’a gittik. Sanki ben Ömer’mişim. Hem ne önemi var. Ha Ömer olmuşum, ha başka biri. Maksat gönüller şen olsun. Ama için için acaba sahiden Ömer miyim diye düşünüyorum. Çünkü o adam o kadar inanıyor ki Ömer’liğime.” (8)

Öykünün dinamiğini bozmadan, hatta belli bir uyum ve ahenk içinde anlatımı daha etkili kılan, Orhan Duru’yla özdeşleşmiş olan devrik cümleler, yazarın öykülerinde sıklıkla karşımıza çıkar. “Asprin vardı baş ve diş ağrısına. Ama yoktu penisilin, yoktu streptomisin, yoktu ensülin ve heparin.” (9) Dönemin koşulları içinde yaşanan çaresizlik ve çelişkileri ironik anlatımıyla bezeyen Duru,  hemen hemen tüm öykülerinde mizahi bir yapı oluşturur. Öykü tarzının kara mizah olarak değerlendirilmesi de belki bu sebepten kaynaklanmaktadır. Ancak, pek çok öyküsünde kalıplaşmış söz dizimlerini, hatta deyimleri mutasyona uğratır. Bu başkalaşım sürecine mizah kendiliğinden dâhil olur. “Ekonomi,”boooom” yaparken her yerden “fosss” diye delik açılıyor. Ve balon sönüyor. Kapitalist sistemin gereği değil mi bu?
Düzenli bunalımlar. Her on yılda bir bunalım ve ardından darbe…” (10).

Kurguya verdiği önemi,  imgelerle, şiirsel ahenkle, düşsellikle, bilinç akışı tekniğiyle hep yeniye, hep arayışla ulaştığı öykü canlılığına günümüz edebiyat anlayışı içinde hâlâ hayranlıkla bakabiliyoruz. Şüphe yok ki, dile getirdiği yenilikler, açtığı yollar, kazandırdığı kelimelerle hem kendi kuşağının, hem de edebiyat tarihinin değerli öykücüleri arasında anılmaya ve araştırılmaya devam edecek. Dilimize kazandırdığı “bilimkurgu” sözcüğü dahi, eserlerine karşı oldukça merak uyandırmaktadır. Orhan Duru; dilbilgisi kurallarının dışına çıkmış, söz dizimini bozmuş da olsa, farklı bir anlatım tekniğinin mimarı olmuştur. Denilebilir ki, kurduğu öykü evreninde, dünyayı kendine özgü bir mizah duygusuyla ciddiye alır.


                                                                                                              
(1)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 7)
(2)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 29)
(3)   Yazınsal Kavrayışta Köklü Bir Değişim: Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı / Jale Özata Dirlikyapan – Doktora Tezi (sf.190) – aktaran.
(4)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 14)
(5)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 49)
(6)   Bir Büyülü Ortamda-Remzi Kitabevi / (sf.20)
(7)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 51)
(8)   Bırakılmış Biri-Sel Yayıncılık 2006 / (sf. 97)
(9)Kazı-Dünya Kitapları 2006 / (sf.33)
      (10)Küp – YKY / (sf.20)

* Akköy Dergisi mayıs-haziran 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder