21 Temmuz 2011 Perşembe

yaraya tutulan ayna





Söyleşi : Gökhan Arslan - Petek Sinem Dulun

  • ''yaraya tutulan ayna'' adlı dosyanız ile bu yılki Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülünü siz kazandınız. Şiirleriniz, kitap tanıtım tahlilleriniz ve söyleşilerinizle uzun zamandır pek çok dergide imzanıza rastlamak mümkün. Edebiyata ve sinemaya içeriden bakan biri olarak, ilk kitabınız için geciktiğinizi düşünüyor musunuz? Şiir üzerine bunca ahkâm kesilen bir ortam da ''yaraya tutulan ayna''da şiirlerinizdeki tutum ve disiplinin yol aldığı mecra sizin için ne ifade ediyor?

— Aşağı yukarı 12 yıldır şiir yazıyorum. ’90 sonlarında başlayan şiir yayımlama serüvenim, 2000’den sonra çeşitli nedenlerden dolayı sekteye uğradı. 2008’e kadar hiçbir şey yayımlamadım. Yazdıklarımı bir kenarda dinlenmeye bıraktım. 2008 sonrası bazı arkadaşların dürtmesi sonucu yeniden dergilere yöneldim. Bugün her ne kadar çok şiir yazdığım konusunda eleştirilsem de, belirtmek isterim ki, şiirlerin çoğu uzun zamandır kenarda beklettiğim şiirlerdir. Onların kimisini olduğu gibi yayımladım, kimisini üzerinde oynamalar yaparak. Kimisini de kaldırıp attım. Yayımlanan tüm bu şiirlerin beni getirdiği nokta da Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü oldu. İşin ilginci, bu ödüle ilk verildiği yıl da dosya yollamıştım. O zamanlar lise öğrencisiydim tabii. Şimdi aradan 13 yıl geçtikten sonra bu ödülü almak, benim için oldukça anlamlı. Gecikme meselesine gelince. Aslında zaman zaman erken olduğunu bile düşünüyorum. yaraya tutulan ayna’ya baktığımda hâlâ ‘keşke’ dediğim yerler var. Hoş, kitabı daha sonra yayımlasam da aynı duyguyu yine yaşayacağımı biliyorum. Önceleri bir sorun yokmuş gibi görünüyor; ama şiirler kitaplaşınca, ‘bunu nasıl fark etmedim?’ sorusunu sormaya başlıyorsun. Biraz klasik bir ifade olacak, ama her şeyin bir zamanının olduğuna inanmak sanırım en doğrusu.

  • ''Yara'' sözcüğü hemen akla 'sızı' ve 'acı'yı getiriyor. Yara hemen herkes için sakınılan ve korunan bir şey.(En azından kabuk bağlayana dek.) Oysa siz,  ''yazı; yaraya tutulan ayna''(s. 64) diyorsunuz. Yazı yarayı bunca ortalığa dökerken şair, kazarak, tazeleyerek ‘kapanmayan yara’ sına bakmaktan mutluluk mu duyuyor?

— Yazının, yazan için aslında bir anlamda işkence olduğunu düşünüyorum. En azından bu, benim için böyle. Daha önceden birkaç soruşturmaya verdiğim yanıtlar da değinmiştim buna. Yazmak, bana göre kendini tüketmek. Dikkat edilirse kitapta yazıdan kasıtla şiirin kastedildiği anlaşılır. Yani yaraya tutulan ayna’da yazı = şiiridir. Bu bağlamda, yazıya da, yaraya da tutkun olduğunu düşünüyorum şairlerin. Hatta yeri geldiğinde sırf yazabilmek için yeni yaralar icat ettiğimi de söyleyebilirim. Benim yazdıklarımın açıkçası mutlulukla bir ilişkisi yok. Sait Faik’in ‘yazmasam çıldıracaktım’ sözünü, ben tersinden okuyarak, ‘yazmak çıldırmaktır’ diyorum. Yaralar elbet zamanla kabuk bağlar; ama yazı kabuk tutar mı bunu bilmiyorum işte.

  • Kitabınızı üç bölüm halinde oluşturmuşsunuz. Siz ‘bölüm’ yerine ‘ yansıma’yı kullanmışsınız. Birinci Yansıma ''klaket kesikleri ya da hayatıma giremeyen kadınlar'' da beyaz perdenin efsane kadınlarının ‘yara’larına ayna tutuyorsunuz. ''senin de var yaklaştıkça büyüyen bir yalnızlığın'' (s. 9) diyorsunuz, örneğin Marilyn Monroe için.

    Yansıma sözcüğünü tercih ettim; çünkü kitap boyunca ayna mantığını kullandım. Her bölüm bende kalan yaraları gösteriyor bir anlamda. İlk bölümde sizin de dediğiniz gibi sinema yarası var. Sinema eğitimi görmüş ve ona tutkuyla bağlı biri olarak, sinemayla ilgili bir şeyler yapamamak hep bir yara bıraktı bende. İlk bölümde geçen kadınlar çocukluğumun imkânsız aşkları bir anlamda. Ve dikkatle bakarsınız, orada adı geçen isimlerin normal hayatlarında hep bir kaybeden olduklarını görürsünüz. Bu hem kadın oyuncular, hem de Cincinatti Kid, Çolak Salih gibi diğer kahramanlar için de geçerlidir.

  • Kitabınızdaki üç yansımayı kabaca belirlediğimizde ilk yansıma da popülist simaların ‘yara’sına dokunuyorsunuz. İkinci yansıma da daha evrensel konular yer alıyor. Yıkılmış, yağmalanmış kentler ve insanlar… Örneğin; ''çocuk olmak geç doğmaktır doğuda '' (s. 27) Örneğin; ''hem şairdir osmanlı hem katil'' (s. 31)Yer yer kişisel yıkılmışlıklar şiddetini artırarak hesaplaşmaya hatta husumete varıyor bu yansıma da.  ''ilk günahım buydu / hayata küçük harflerle başlamak / ne güzel, sonuncusu da''(s. 35)  ''en ağır yükleri yükledim içimdeki asansöre'' (s. 52) ya da ''ne yalan söyleyeyim / büyük bir zevkle çektim kalbimin fişini''(s. 42) dizelerinizde olduğu gibi. Ayrıca, ‘baba’ imgesi çok özel bir alan kaplıyor bu bölümde. Başkaldırı, umutsuzluk, özlem ve ölüm gibi birbiriyle zıt kavramlar ruh halinizin farklı yansımaları olarak göze çarpıyor. Üçüncü yasıma ''yazıdan kovulan çete'' de ise yazıyla olan kavganız, şiir yörüngenizdeki kavramlar dikkat çekiyor, ''şakağıma dayadım yazıyı / tam üç el bastım tetiğe / aynaya sıçradı sözcüğün kanı''(s. 72)

— Bu soru aslında önceki soruların ardılı gibi duruyor. Evet, ilk bölüm sinema yarası. İkinci bölümdeyse ölümle özdeş tutulabilecek mekânlar giriyor devreye. Özellikle de şehirler. Son bölümdeki yara ise yazının/şiirin kendisinden başka bir şey değil. Hayatım bu üç olgunun; sinemanın, şehirlerin ve şiirin oluşturduğu şeytan üçgeninde geçiyor. Çoğu zaman da bu üç kavram birbiriyle bağlantılı olarak sirayet ediyor hayatıma. Çok şehir değiştirmiş biri olarak hiçbir şehre ısınamadığımı belirtmem gerek. Şehirlerle/mekânlarla ölümü özdeş tutmam da sizin bahsettiğiniz ‘baba’ takıntısıyla ilgili. Babam, 2002’de intihar ettiğinde başka bir şehirdeydim ve onu neredeyse 4 aydır görmüyordum. Bu yüzden babamın hatırladığım son görüntüsünü zihnimde canlandırmaya çalışırken oldukça zorlanırım. Bu yüzden de kendimi suçladığım zamanlar oluyor ister istemez. Sizin ‘umutsuzluk’ ve ‘başkaldırı’ dediğiniz de bu noktada devreye giriyor zaten. Fakat ben buna ‘hesaplaşma’ demeyi daha doğru buluyorum. Ve bunun hesabını veremediğim için de hıncımı ‘yazı’dan alıyorum. İşin ilginci ise, bu hınca, bu yenilgi haline başkalarını da ortak etmek istemem. Üçüncü bölüme de bu yüzden ‘yazıdan kovulan çete’ ismini verdim. Bu sürece başkalarını da dâhil etmek, onların da bu yaralardan etkilenmesini sağlamak. Bunun adil olmadığını biliyorum; ama itiraf etmeliyim ki, yazının açtığı gedikten de tek başıma geçemiyorum.

  • ''yaraya tutulan ayna''nın kapağı da oldukça ilginç. Kırmızı fon üzerinde, bir bank. Bankın üzerine akmış kırmızı-siyah boya damlaları. Ne tür bir yaraya ayna tutuyor kitap kapağı?

— Arkadaş Z. Özger’de ödül alan dosyaların kitaplaşma sürecinde kapakları tasarlayan sevgili Emre Senan’ın çok büyük bir emeği var. Bana kapak için birkaç örnek yolladıklarında en göze çarpıcı olan kapak buydu. Ben, kapak daha çok, yarayı ve kanı çağrıştırdığı için kapağı beğendim. Kapak aslında bir ayrıntı. İsviçre’de yapılan 1 Mayıs gösterilerinden küçük bir detay. Eylemciler duvarlara kırmızı sprey boyayla devlet aleyhinde yazılar yazmışlar ve yazıların bir kısmı akarak oradaki bankın üzerine dökülmüş. Bunu öğrendiğimde daha da beğendim kapağı. Yani kapaktaki rengin kandan değil de, bir yazılamadan kaynaklandığını öğrenmek daha da memnun etti beni. Kitabın kapağı çok ilginç bir şekilde tanıdığım insanları ikiye böldü. Bazıları çok güzel olduğundan bahsettiler, bazıları da hiç beğenmediklerini dile getirdiler. Kitaptaki şiirler gibi, iki arada bir derede kalmış bir şey oldu kapak da. Ama ben, kitabın kapağının içeriğiyle gayet uyum içinde olduğunu düşünüyorum.

* çini kitap sayı:7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder